Son yıllarda Bollywood esintilerini yelpazesine katmaya başlayan Hollywood'un bu ekole mensup son filmi Yetenek Avcısı (Million Dollar Arm). Başarısı ABD'de tescillenmiş iki filmin, Slumdog Millionaire ve Life of Pi filmlerinin havasını belli ölçüde taşıyan bu filmin daha fazla ses getirmemesine şaşırdım. Nitekim filmin ana kahramanlarından Dinesh Patel'i, Milyoner'de Cemal'in hayırsız abisi Salim'i oynayan Madhur Mittal, Rinku Singh'i de Pi'nin Yaşamı'nda müthiş bir performans ortaya koymuş Suraj Sharma canlandırıyor. Ayrıca Jon Hamm, Lake Bell ve tecrübeli yetenek avcısı rolünde artık bu tür rollerin piri olmuş Alan Arkin de başroldeki isimler arasında.
Film gerçek bir öyküye dayanıyor. Büyük bir menajerlik şirketinin -ki bu şirketin önemli adamları, Staples Center'da Jack Nicholson'ın oturduğu yerlerden maç seyredecek kadar kodaman adamlar- en önemli çalışanlarından olan JB Bernstein, günün birinde bir çılgınlık yapıp kendi şirketini kurar. Ancak patronluk hayatında işler istediği gibi gitmez, son büyük müşterisini de kaybedince son çare olarak -televizyon seyrederken aldığı ilhamla- kriketin delilik seviyesinde takip edildiği, pazarlama açısından yeterince Amerikan işgaline uğramamış Hindistan'a giderek milyarlarca insan arasından beyzbolda atıcı olabilecek 2 kişi seçmek için Million Dollar Arm adında bir yarışma organize eder. Bu tuhaf ve kaotik ülkede bulduğu 2 Hintli yardımcısıyla ve uyumaktan başka birşey yapmayan yetenek avcısıyla birlikte, Dinesh ve Rinku'yu seçerek Amerika'ya getirir. Amaç, Southern California Üniversitesi'nde 1 yıllık bir beyzbol eğitiminin ardından bu potansiyelli ama ham gençleri profesyonel beyzbol takımlarına pazarlamaktır. Bu esnada hem Hint gençlerin ABD'ye alışma süreci, hem de onları evine getirmek zorunda kalan Bernstein'in hayata bakışındaki büyük değişimler filmin konusunu oluşturuyor. Filmde birçok şey beklendiği gibi gelişiyor, bu nedenle sonunu tahmin etmek zor değil. Zaten merak edenler yukarıda adını andığımız isimlerin kariyerini ve şu anda nerede olduklarını kısa bir araştırma sonunda rahatça bulabilir.
Filmde alıştığımız ve bence fazla sevmedigimiz oryantalizm bolca var. Hindistan'a özgü kültürel unsurlara aşırı tuhaf bir gözle bakılmış. Amerika'nın özgürlükler ülkesi imajı çeşitli yollarla bolca vurgulanmış. Gittiği her yerde kalabalık, tam bir insan seli bulan JB bu kargaşadan doğal olarak sıkılıyor, ama -ne kadar farkında bilinmez- gerek bildirilerin sağa sola dağıtılıp geniş bir kitleye ulaşması, gerekse seçmelerin yapıldığı yerlerdeki teçhizatın montajı ve toplanmasını bu kalabalık, muhtemelen hiçbir karşılık beklemeden yapıyor. Kapitalizm'in olumlu yanlarını ballandıra ballandıra anlatan filmin, Kollektivizm'in olumlu taraflarını takdir etmesini, en azından 5 kuruş para istemeden var gücüyle çalışan iyi niyetli Amit'i bir parodi karakteri gibi göstermemesini isterdik, ama bir Amerikan filminden daha fazlasını beklemek doğru değil elbette.
Ama bunlar haricinde seyri keyifli bir film olduğunu söylemek mümkün. Müziklerin A.R. Rahman imzası taşıdığını atlamayalım. Her ne kadar film içinde çok öne çıkmasa da, özellikle Hindistan sahnelerinde filme etkisi tartışılmaz. Alan Arkin seçmelerde nasıl gözü kapalı uyur vaziyette yetenek arıyorsa, aynı şekilde tüm ustalığıyla, hiçbir ekstra efor göstermeden, resmen gözleri kapalı oynuyor. Takdir etmemek olanaksız. Aynı şekilde fakir ama gururlu ve saygılı genç rolünde Madhur Mittal'i de sevdiğimi söylemeliyim.
SPOILER UYARISI: Aşağıdaki bölüm, filmle ilgili birtakım subjektif düşünceleri içermektedir. Filmin gelişimi ve sonucuyla ilgili ipuçları verebilir.
Filmde dikkatimi çeken noktalardan bir tanesi de, Hint kökenli Amerikalı Aash'ın kriketi çok sevdiğini söylemesine rağmen Dinesh ve Rinku'nun daha önce hiç oynamamaları bir yana, aynı zamanda hiç sevmeleriydi. Burada bir "diaspora" refleksi olduğunu düşündüm filmi seyrederken, nitekim soylarının ait olduğu yerden uzakta olanlar, genellikle kültürlerinin parçası olan şeylere daha sıkı sarılırlar, ama daha bilinçsiz bir şekilde yaparlar bunu. Almanya'da yaşayan gurbetçiler, veya Amerika'da yaşayan Ermeniler de kendi kültürlerine karşı benzer agresifliği sergiliyor mesela. Bunu sinema düzleminde düşünürsek, Türkiye'de geçen birçok yabancı filmde hamam sahnesi bulunur, ama hangimiz hamama düzenli olarak gidiyoruz ki? Veya 1.8 milyar Hindu'nun tamamı kriketi bilmek ve sevmek zorunda mı? Kültürün parçası olan şeyler günlük yaşamın parçası olmak zorunda değildir, Amerikalılar bunu hiçbir zaman anlamıyor ya da filmin otantikliğinden birşeyler kaybolmasın diye bilerek anlamazlıktan geliyorlar. Yine de JB karakteri filmin sonunda kriketin beyzbolla aynı şey olmadığını veya her Hintli'nin kriket sevmek zorunda olmadığını anlıyor, kendisine "JB, Sir" diyen arkadaşlarını artık düzeltme ihtiyacı duymuyor. En azından kişisel olarak, ırksal önyargılarından bir ölçüde de olsa kurtuluyor.
Filmde tipik Amerikan ahlakçılığının da örneklerini görüyoruz, nerede akşam orada sabah yaşayan JB'nin kariyeri de bir türlü düzene girmezken, bir insana, yani Brenda'ya bağlandığını hissetmesiyle, aile kurma düşüncesiyle, düzenli bir yaşam sürmeye karar vermesiyle işler yoluna girmeye başlıyor, herkes mutlu oluyor. Tabii ki bunda Brenda'ya bağırıp çağırdığı hastane sekansının payı büyük. İlk başlarda aşırı profesyonel yaklaşımı nedeniyle onu son derece itici bulan Brenda da, Hindistan'a gidişinin ardından ilk kez JB'nin göründüğünden fazlası olabileceğini anlıyor. Fiziksel olarak çekici bir adamın, özellikle bir kırılma anından sonra misafirleriyle daha yakından ilgilenmesi ve sıcaklık göstermesi, onu da adama çeken bir faktör oluyor.
Pi'nin Yaşamı filmiyle şöhreti elde eden Suraj Sharma, o rol için 3000 aday arasından seçilmiş bir amatördü. Bu filmde canlandırdığı karakterin de binlerce aday arasından çıkarak yarışmayı kazanması, güzel bir tesadüf oluşturuyor bana kalırsa. Aynı şekilde kendilerine şöhreti getiren filmlerde (Milyoner ve Pi'nin Yaşamı) hiç gerekmediği halde sırf uluslararası izleyiciler rahat etsin diye İngilizce rol yapan Mittal ve Sharma, bu filmde başlangıçta tek kelime İngilizce bilmeyen karakterleri canlandırıyorlar. Bu da dikkatimi çeken bir nokta oldu.
Film "her şey para, her şey iş değildir" mesajını veriyor, bunda sorun yok. Ama aynı zamanda yetenek yarışmalarının da dünyanın en çok para kazandıran, en büyük "işlerinden" biri olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyor. Bu anlamda bir miktar tutarlılık problemi yaşıyor.
---SPOILER SONU---
Başlık fazla basit kaçtı evet. Ama tarif etmenin en kestirme yolu bu. Tıpkı Jerry Maguire gibi, tıpatıp aynı işi yapan ve aynı yoldan geçmiş bir adam, hem kariyerini hem de farkında olmadan özel yaşamını düzeltmenin yolunu arıyor. Ve aslında doğru yolu bulunca ikisine de başarıyla ilerletmenin mümkün olduğunu görüyor belki de. Etrafındakilere güvenebilmeyi de öğreniyor ki bu liderliğin en kritik aşamalarından biri olsa gerek. Ve çok çalışarak birşeyler elde etmeye çalışan kahramanlarımız sayesinde bu film iyi bir "underdog" hikayesi niteliğine bürünüyor. Jerry Maguire gibi filmin sonunda kendinizi iyi hissedebiliyorsunuz, bunun için çaba harcamanıza da gerek yok. Bir Disney filminden daha fazla derinlik beklemek zaten hata olur, bu anlamda iyi bir seyirlik. Ancak yetenek yarışması konseptinden, milyonlarca sıradan insanın tüm hayallerini meşhur olabilmeye bağlaması ve bunun her gün televizyonlarda yüceltilme düşüncesinden nefret ediyorsanız, filmden daha fazla keyif alabilmek adına bu düşüncelerinizi filmi seyrederken gözardı etmeniz gerekecek.
Not: Filmin sonunda hemen çıkmayın, kahramanların şu an nerede olduklarına dair kısa bilgileri ve kahramanların oldukça hoş, gerçek görüntülerini seyretme şansınız olacak.
6/10