Sinemanın dinle olan münasebeti, kendi tarihiyle eş değer bir konudur. Hatta bu konuda çekilmiş en eski film olarak 1916 tarihli Intolerance isimli, İsa’nın Çilesi’nin neredeyse ilk sürümü olan bir film dahi mevcut kaynaklarda. Bu tarihten başlayarak çekilmiş olan sayısız film, bazen kendi dinini yaratarak, bazen mevcut dinlerdeki kaynaklardan faydalanarak beyaz perdede, dinler, inanç, kader, varlık, yokluk, zaman ve gerçeklik gibi öğeleri sorguladı. Dünya sinemasının pastadaki en büyük dilimi olan Hollywood’un ise dinlerle olan ilişkisi de asla sıradan değildi.
Peki, Hollywood sineması neden din kaynaklı birçok hikâyeyi senaryolaştırmakta veya sorgulayıcı tutumunu sürdürmekte? Amaç kuvvetli bir propaganda mı? Yoksa dini hassasiyetleri olan veya olmayan insanların beyaz perde önünde kendilerini sorgulamasından maddi bir menfaat elde etmek mi? Sanırım bu konuda ki en güzel cevabı Türk Sinema Tarihçisi Giovanni Scognamillo’nun Hollywood din ilişkisi ile ilgili bulduğum şu cümlesi veriyor. “Hollywood oluşturduğu endüstri kuralları içerisinde dini ticari bir faktör olarak kullanıyor. Bu bilinçli tercihe propaganda, tanıtım veya sömürü diyebiliriz.” Bu konuda ki, en ilginç iddialardan biri de misyonerlik amacıyla bu yola başvurulduğudur. Tabii ki, bu iddia doğruysa bile, bu propagandalar her zaman, doğrudan seyirciye yöneltilmemekte, dolaylı yoldan seyircinin beyninde yer etmesi yoluna daha çok başvurulmaktadır. Bu konuya en çarpıcı örnek birçoğumuzun severek izlediği Terminatör 2 filminde önümüze sürülüyordu. Arnold Schwarzeneger’in oynadığı T–800 isimli robot, Hıristiyan mitlerinde yer aldığı gibi kendisini feda ediyor, ancak sonra geri geliyordu. Yaralanma şekli tıpkı çarmıhta yaralanan İsa’ya benzetiliyor hatta İsa’nın dirildiğine inanmayan havarisi gibi, John Connor’da tıpkı Hıristiyan mitlerindeki gibi, T-800’ün yara deliklerine parmaklarını sokuyordu. Tabii bizim için çok şey ifade etmeyen bu ayrıntılar, çocukluğu bu hikâyelerle geçen Hıristiyan gençlerin beyninde benzer ilişkiyi fark ettirmeden kuruyordu. Elbette salt amacı, Hrıstiyan Misyonerliği olarak algılayamayız. Zira Hollywood sinemasında, kiliseyi ve yaptıklarını eleştiren, hatta temel olarak alınan Hıristiyan misyonerliği suçlamalarının tersine gidecek şekilde, Hıristiyanlıkla dalga geçen yüzlerce film de mevcut bulunmakta. Fakat gişe başarısına sahip olan filmler çoğunlukla bu dolaylı propagandanın mevcut olduğu filmler olunca, altta aranan amaç daha çok dikkati çekiyor.
Günümüzde, birçok öğe sinemanın gözüyle ameliyat masasına yatırılıp incelenmektedir. Bunlara keskin örnekler verecek olursak, kader konusunu esas alan Truman Show ile kader denilen şeyin, bir televizyon stüdyosunda kapalı kalmaya benzetildiği ve çoğunlukla kaderimize yön veremediğimiz konusu alt mesajlarıyla seyircinin yüzüne çarpılıyordu. Aman Tanrım(Evan Almighty) filminin bir önceki halkası Aman Tanrım (Bruce Almighty) filminde ise bütün duaların kabul olmaması sorgulanıyor ve İncil’den yaptığı alıntılarla orta sınıfı bir Amerikan vatandaşının mizah eksenli olarak Tanrı’nın yerine geçişi anlatılıyordu. Mizahi yönünün tam merkezinde oturan dini tartışmayla film gişeden başarıyla ayrılıyordu. Benzeri bir örnekte ünlü yönetmen Tarantino’nun unutulmaz filmi olan Pulp Fiction’da, dolaylı propaganda çok iyi bir şekilde filmin içerisine sızdırılmıştı. Ana karakter cinayetlerinden önce İncil okuyor, kendisini ıskalayan kurşunları Allah’ın lütfu olarak değerlendiriyor ve onun müdahalesinden bahsediyordu. Sinemanın efsanevi serilerinden olan Star Wars serisi ise kendi yarattığı Jedi dini felsefelerini ve tanrı yerine güç(force) denilen öğeye tapan Jedi Şövalyelerini izleyiciye öyle bir şekilde nakşediyordu ki, 2001 yılında Avustralya, Yeni Zelanda, İngiltere ve Kanada’da kütüklere kaydedilmiş bir Jedi Şövalyeleri dini ortaya çıkıyordu. Üstelik azımsanacak bir rakamda değil: sayıları yetmiş bini aşıyordu. Tabii bu şekilde sorgulamaların ve yeni din oluşumlarının yanı sıra, sinemanın dine diğer bir müdahalesi dışarıdan, dinin sorguladığı şeyleri kendi yöntemiyle cevaplayarak oluyordu.
Sorgulanan şeyler özellikle her dinin kendi kuralları ile cevaplamaya çalıştığı, “kimsin? Nasıl var oldun? Ne yapmalısın? İyi ve kötü nedir?” gibi sorular. Bu konuda sinemanın müdahalesi ile oluşturulmuş biraz felsefeyi harmanlayarak, birazda sıra dışı yorum katarak oluşturulmuş birçok film mevcut. Bu konudaki en bilindik örnek elbette ünlü Matrix serisi. Gündemdeyken çok tartışılmış hatta Matrix felsefesi diye kitapları çıkmış bu filmde, dindar bir hrıstiyan izleyiciyi her karesinde İsevi sembolizmin ve dini hikâyelerin uyarlanmasıyla yapılan göndermelerle neredeyse boğmuş, bununla da kalmayıp Budizm dahil birçok dine sayısız gönderme yapılmıştır. Jodie Foster’ın başrolünde oynadığı Mesaj(Contact) filmi ile evrenin büyüklüğü ve uzaylılardan gelen veriler üzerine bilimsel tekniklerle yapılmış bir aracın pilotluğunu yapmak için verilen mücadelede, bilim ve din ilişkisinin yoğunca sorgulanışı önümüze koyuluyordu. Sorgulanan sorulardan biri olan “iyi ve kötü” karşıtlığı ise Konstantine, Beşinci element ve Bağımsızlık Günü gibi filmlerle cevaplanmaya çalışılıyordu. Bu filmlerin çoğunda iyi ile kötü arasında nihai bir savaş yaşanıyor ve iyiler(kişiye göre değişir) kazanıyordu. Bununla beraber, Yarından Sonra, Armageddon, Derin Darbe gibi filmlerle, kıyamet senaryoları hayata geçiriliyor ve Hollywood bakış açısıyla kıyametler olup bitiyor ve sonrası hakkında kafa karıştırıcı sorularla izleyici baş başa bırakılıyordu. Bütün bunları bir tarafa bırakırsak, sinemanın bu sorgulama hakkını nereden bulduğunu sorarsak, buna en iyi cevap batı dünyasının sinemayı temel bir mitoloji fabrikası olarak görmesinden ileri gelir olacaktır.
Tabii Hollywood, sadece mitoloji üretmekte değil, mevcut dini tarihi, dini bilgileri ve inançları farklı anlatmakta da oldukça usta. Hollywood’un bu yüzü ise dini sorgulamak yerine, yeni bir din yaratmadan, sorulan soruları cevaplıyor. Örneğin Mel Gibson’ın İsa’nın Çilesi filmi ile uzun süredir sessiz olan Hrıstiyan anti-semitizmi hortladı ve İsa’ya ihanet eden Yahudiler sinemaları dolduran kilise müdavimleri tarafından nefretle anılmaya başlandı. Stigmata filmi ise sinemayı geleneksel olarak dinin alanı gören akımın zirvesiydi. Stigmata İsevi teolojiye göre, İsa’nın çarmıhta aldığı yaraların benzerini taşıyan insanların özel olduğunu gösteren işaretin adıydı ve bu hikayeden yola çıkan Hollywood büyük bir gerilim filmiyle karşımıza çıkıyordu. Farklı bir duruşta, Cennetin Krallığı filminde ortaya çıkarılacaktı. Burada konu direk inancın özüne bakış değildi. Sorgulanan din değildi, filmdeki malzeme kutsal kaynaklardan değil tarih kitaplarından alınmıştı ve Hollywood ilk defa bir filmde karşısında savaştığı İslam toplumunu rencide etmiyor, aşağılamıyordu. Eyyubi ile Balian’ın diyalogları bunu çok iyi vurgulamakla beraber, bu rencide edilmeyişin tarihi sebepleri arasında, Hıristiyan tarihçilerin Selahaddin Eyyubi’den her zaman saygıyla bahsetmesi de yer alıyordu. Son dönemin gişe başarısına odaklanmış yapımı Da Vinci Şifresinde ise Vatikan’a göre teslis inancı sorgulanıyor, Katolik kilise zor durumda bırakılıyordu. Temel olarak bakıldığında, sinema kilise için mükemmel bir propaganda yöntemi olmakla birlikte, aynı zamanda büyük bir baş belası da olabiliyordu. Örneğin Papa 2. John Paul’un İsa’nın Çilesi filmini seyrettikten sonra, filmin senaryosunu onaylaması ve aynen gerçekleştiğine dair beyanat vermesi ile Hıristiyan medyası filmi tamamıyla sahiplenmişti. Bundan güç alan Gibson, Papa ölür ölmez, onun hayatını film yapma kararını açıklayacaktı.
İslam dininin sinemayla tanışması ise 1976 yılında Çağrı filmiyle olacak, yönetmen Mustafa Akad’ın filmi beyazperdeden çok videokasetlerle Müslüman dünyada büyük bir pazar elde edecekti. Üstelik Çağrı filmi yapıldığında Müslümanların sinema pazarında hemen hemen hiç yeri olmadığını bilmekte de fayda var. Bu filmin devamında, Ömer Muhtar filminin çekilmesi ve benzeri yapımların devamı sonucunda, işin nihai noktası Hollywood’a siparişle yaptırılan Son Peygamber isimli animasyon filmine kadar gidecek, bu filmde Çağrı’nın çizgi kopyası olmaktan öteye geçemeyecekti. Tabii, dini senaryolaştırma da peygamber kıssalarının büyük önemi olması ve dinimizin peygamberi suret olarak göstermeme kuralı da, yapımcı ve yönetmenleri daha çok peygamberlik sonrası dönemin hikâyelerine yöneltiyordu. İşin ilginç yönü, sinemada diğer dinler kadar çok eleştiriye maruz olmayan tek tanrılı dinlerin ilki Musevilik nerdeyse sinemada çok az yer buluyordu. Buna sebep olarak birçok teori üretilirken ünlü reklâmcı Alinur Velidedeoğlu’nun Hollywood’a götürdüğü senaryoların başarıya ulaşmaması ile ilgili bir televizyon programında sarf ettiği söz çok dikkat çekici idi: “Hollywood yapımcıları ya Yahudi veya eşcinsel; ya da her ikisi birden. Aralarına kendilerine benzeyenlerden başkasını almıyorlar.” Hollywood sinemasını kuranların Musevi kökenli olması da bu torpili açıklar şekildeydi. Elbette ki bir kişinin görüşü bu konuda kesin ve hâkim bir kanaate ulaşmamıza yardımcı olmuyor. Fakat kesin olan şu ki; sinema dini propaganda yapma da, yeni dinler yaratmada, dini sorgulamakta ki etkinliğini hiçbir zaman kaybetmiyor.
Sinemanın bu etkinliği temel anlamda yaşanılan âlemin dışında gerçeklik dışı birçok âlem olduğunu vurgularken seyircinin zihni de yeni inanışlara gebe oluyor. Peki, bu durumun bir sakıncası var mı? Yahut Hollywood’un başka bir Tanrısı mı var? Olmasında bir art niyet var mı? Din ve sinemanın bu iç içe ilişkisi dini ve sinemayı nasıl etkiliyor.
Öncelikle, yedinci sanat olarak bilinen sinemanın perdelerinde kendi kimlikleri olan insanlara, başka kimliklerin anlatılmasından ziyade benimsetilmeye çalışılması sanatın işlevi olan toplumu düzen ve kültürü himaye işlevini yok ediyor. Zira Hollywood sinema yoluyla dünyaya sadece kendi istediği mesajları vermekte diretiyor. Sanat ve sinemanın daha çok heyecanlandırmaya, duygulandırmaya veya eğlendirmeye yönelik amacı çiğneniyor. Çünkü şu ya da bu şekilde ülkemizdeki çoğu insanın çoğunlukla rahatlama ve bilgilenme aracı olarak gördüğü sinemada, objektif bilgi verilmediği gibi, filmde neyin veya hangi dinin propagandası yapılıyorsa zıttı fikre sahip olan şahsın, dünyadan kopma ve ruhunu tatmin etme anları o an, o karanlık sinema salonunda gasp ediliyor. Hollywood’un tanrısı konusuna gelince, baştaki tarihçimizin görüşü ve izlediklerimiz doğrultusunda, biraz eski ve neşeli bir deyimle, “Hollywood’un dini imanı para” diyebiliriz. Yani ilk etapta Hollywood’un umursadığı yegâne şey ticari kaygıdır. Propaganda konusunda ki art niyete gelince, işte burada yeni çıkan Aman Tanrım filmi niyetin ne olduğunu gösterir durumda. Benzer konuda çekilmiş bir filmin, sadece devam filmi denilerek neredeyse aynı konu üzerine çekilmesi, ortada yeni bir konu yerine güncellenmiş bir eski konunun önümüze tekrar sunulması filmin izlenebilirliğini kaybettiriyor. Bununla birlikte yeni bir şey sunmadığı ve şu ya da bu şekilde dünyanın %95 inin inanmış olduğu bir varlığı ısrarla aynı tabuya sokmasının sonucunda da arkasında bir art niyet aranmalı diye düşünüyorum.
Son olarak din ve sinema bu konudan nasıl etkileniyor onun cevabını vermek gerek. Sinema toplumun kendi inançlarını kabullenme şeklini değiştirerek, dinin fonksiyonunu üstleniyor. Bu durumda dinin sinemayı kendi yanına çekmesi halinde, dinlerin kuralları beyaz perdeden insanlara aktarılır hale gelir ki, bu inanç özgürlüğünü zedeler. Öbür yandan sinema bazen öyle filmler sunuyor ki, kendisinin kontrol edemeyeceği şekilde yeni dinler türetiyor. Bu da kontrol edilemeyecek kadar yıkıcı sonuçlara sebep olabilir. Sinema dini araç olarak değil amaç olarak kullanmaya başlarsa o zaman durumun tahlili basit. Sinema-din arasında ki bu inorganik ilişki din bilginlerini daha fazla sorumluluğa sürüklerken, sinemacılarında dini daha iyi bilmeleri gereken dayatılmış bir geleceğin habercisi olacak, orası işin görülen kısmı. Görülmeyen kısmı ise, sinemadan doyumsuz zevk alan biz izleyicileri kalbimizden vurmaktan fazlasını yapacak.