Röntgencilik sinemanın baş mevzusu, tetikleyicisidir. Ve seyircide röntgencidir. Yönetmenlerin baş röntgenci olduğunu söylemeye gerek var mı?
Elinde dürbün olan bir karakter ya cinayete tanık olur, yada çıplak bir kadına… Bizdeki histe aynıdır. Elinde dürbün etrafındaki evlerden izlenecek hayatlar arayan ana karakter neyse, karanlık bir sinema salonda başka hayatları, başka dünyaları izlemek de aynı şey. Hepimiz röntgenciyiz.
Bacağı kırılan, bir süre dinlenmesi gereken fotoğrafçı Jeffries, arka penceresinden dönemin en teknolojik aleti fotoğraf makinası ve her çeşit objektifi ile etrafı izlemeye başlarken, kendini bir polisiye olayın içinde bulur. O da aynı bizim gibi seyircidir ve aynı tepkileri verir. Alfred Hitchcock’un 1954 tarihli şaheseri “Arka Pencere” sinemanın da röntgencilik olduğunu adeta ders kitabı işler filminde. Böylece türede yeni bir yol açtı. Arkasından birçok örnek geldi ama film hala alandaki en önemli başyapıt olarak yerini koruyor. Yine ustanın başyapıtı “Sapık”ta meşhur öldürme sahnesi öncesi katil kurbanını dikizler.
Şaşırtıcı olmayan Hitchcock takıntılı yönetmen Brian De Palma’nın benzer filmi çekmesidir. “Body Double” sürekli arka pencere selam çakar durur. Yine de temel unsurları dışında film farklı bir temele oturur.
1960 tarihli diğer bir röntgen başyapıtı “Peeping Tom”da başkarakter kadınları öldürürken kameraya çeker ve onların ölüm anındaki yüz ifadelerini inceler.
Bazen cinayeti duyarak da bulur sinemada başkarakterler. Michalengelo Antonioni başyapıtı “Blow-up” ve bir nevi yeni çevrimi De Palma filmi “Blow-out” da ön planda görmek değil, duymak vardır. Yine duyarak cinayeti çözen Coppola başyapıtı “The conversation” da benzer bir yol izlenir.
Röntgenciliğin gücün yanında olduğu durumlarda vardır ki bu alanda en önemli yapıt, büyük birader kavramını hayatımıza yerleştiren “1984”tür. Kitapta sözü edilen konunun sonradan “biri bizi gözetliyor”a geldiğini düşünürsek, tv de bir röntgencilik yaptığımızı yadsıyamayız.
Bu konuyu da sinemada işleyen bir başyapıt mevcut “Truman Show”. Belki de hepimizin sonu aynı. Malum melekler bizi de günlük yaşamımızda izleyen bir tanrı var.
Truman Show ile aynı kaderi paylaşan temelde 1984’ten beslenen filmlere “THX 1138” ve “Brazil”i eklemekte fayda var. İki filmde karanlık bir gelecekte geçer ve aynı umutsuzluğu taşır.
Türk tvlerindeki diziler bir yana yapılan programlarda mahkeme formatıyla her gün farklı 3 - 4 hayatı dikizler seyirci ve bundan keyif alır. Bu konu da söylenecek şey aynıdır. Dikizcilik izlemenin eş kardeşidir ve seyircinin kahramanlardan tek farkı bunun için pek çaba sarfetmesine gerek kalmamasıdır.
Gücün izlemesine bir diğer örnekte “Devlet Düşmanı”dır. Ve örnekler daha da çoğaltılabilir. Son oscarlı film “Başkalarının Hayatı” ile örneklere son verip filme geçelim.
Öncelikle filmin gösterime girmeden kadroyu görmek sağlam gerilim olacağının kanıtı gibi idi. Bu kadro ya gerecek ya gerecekti. Sebepleri ise geçmişleriydi ki yadsınamaz gerçeklerdi.
Elde tuhaf bir yönetmen olduğunu göz ardı etmemek gerek. Vasat ile berbat arası filmler çeken, “The Salton Sea” ile sinema tarihinin ne anlattığı bilinmeyen ilginç filmlerinden birine imza atan bir adam ne de olsa. Ustalıktan nasibini almamış yönetmen esinlenmeye inatla devam ediyor. Bir romandan nasıl film yapılmaz da berbat edilir dersi niteliğindeki “Taking Lives” is cabası.
Senaristler de son derece uyumlu Caruso ile, Christopher B. Landon deyince tüylerin diken diken olması gerekiyor, Kan ve Çikolata akla geliyor zira. Carl Ellsworth de ondan aşağı kalır değil. Oda dizilerden başını kaldıramamış, senaryosu değişen “Red Eye” ile tecrübesizliğini gözler önüne sermişti. Nihayetinde Tarzan dizisini yazan adamdan bu tip filmi beklemek, iyi olmasını beklemek zaten zeka testi yaptırma ihtiyacı gibi.
Zaten bu iki senarist güzel olabilecek filmi beceriksizlik sirkine dönüştürüyor. D.J. Caruso’nun onlara eklenmesi de tam bir fiyasko.
Güzel bir kaza sahnesi ile başlıyor film. Kale babasının kaybetmiş bir delikanlı, bu sebeple hocasına yumruk atıyor. Anlıyoruz ki çocuk babasının acısını hala unutamamış. Buraya kadar güzel ya sonra… Filmin geri kalanında bambaşka bir çocuk var. Kale karakterini yeniliyor. Sanırım o sırada senaristler bilgisayara restart çekmişler, Kale de payına düşeni almış.
İlk yarım satte çizilen karakterin aksine gelen yeni Kale, kendi halinde bir zamane çocuğu. Evin dört bir yanındaki teknolojik aletlerle hayatın tadını çıkartıyor. Babası uğruna hocasına yumruk atan çocuk nereye gitti?
Anne karakterine gelelim… Hiç gelmesek de olur. Zira ortada karakter falan yok. Tamamen senaryo çukuru bölgesi orası! Carrie Anne Moss iki görünmüş almış parayı gitmiş. Nasıl bir işte çalışıyorsa, hiç ortalıkta yok. Mantıklı bir açıklamada yok.
Kale’in arkadaşları, özellikle de Ashley aynı durumdan muzdarip. Onun da karakteri yok. Hepsi kağıttan yapılmış. Üfleyince uçuyor.
Mr. Turner rolünde David Morse da tüm bu beceriksizliklerin arasına katılıp görevini yapıyor. İlk sahneden itibaren abartılı oyunuyla filmi emekleme dönemine sokuyor. Zaten eldeki senaryoyu da düşününce bir şeyler yapabilse filmi kurtarabilecek olan Morse bu fırsatı da tepiyor elinin tersiyle. Bunu tetikleyen ekip ruhu olsa gerek.
Filmin tek iyi noktası, Caruso’nun tercihi. Ağırbaşlı bir gerilim çekmeye yeltenmiyor. Sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalışmıyor. Uzunca bir süre kötü bir gençlik filmi havasında nadasa alıyor gerilimi. Ama aldığında da yüzüne gözüne bulaştırıyor. Bay Turner’ın evi neymiş öyle! Katil uşaklık edip anlatmayayım ama gereksiz olan her tür obje orda. Ne ararsanız var. Hani sonunda Bay Turner’ın boynuzu çıksa, büyüyüp kanatlarını açsa ben şeytanım dese hiç abartılı durmayacak.
Filmi beğenenlerin sinema tarihindeki belirtilen filmlere bakmasında fayda var. Öğrenmenin vaktidir.
Sonuç olarak, berbat bir senaryo, kağıttan karakterler, berbat bir final… Geride kalansa evine dön Caruso hissi ile Hitchcock ustadaki kemik sızlamaları yada mezarındaki ters dönüşler…