Reha Erdem, son dönem filmleri hem yurtiçinde hem de yurtdışında ilgiyle takip edilen yönetmenlerimizden biri. “Beş Vakit” ve “Korkuyorum Anne” filmleriyle uluslararası başarısı tavan yapan Erdem, yine adından bolca söz ettiren bir filmle karşımızda.
“Hayat Var”, hatırlandığı gibi ilk sınavını 45. Antalya Film Festivali’nde jüriden özel bir ödül alarak vermişti. Daha sonra yolculuğuna Berlin Film Festivali’nde devam eden “Hayat Var”, birçoklarına göre festivalin en iyisiydi.Tagesspiegel Okuyucu Ödülü gibi önemli bir ödülü de Berlin'de kapan film, iyiden iyiye herkesin dikkatini çeker bir hale geldi. Nihayet film Türk izleyicisinin karşısında.
Eserlerinde özgün bir dil yaratmasıyla tanınan Erdem, “Hayat Var”da da oyuncaklı ve hızlı bir stil değil, yine sade ve yalın uslüp kullanmış görünüyor. Kimilerince sıkıcı ve tekrara düşen fotoğraf estetiği diye küçümsenen bu tarzın alameti farikasıysa film bittikten sonra ortaya çıkıyor. Bütün o durgun atmosfer ve sevgisizlikten donmuş karakterler, aklınıza birer birer mıhlanıyor.
Filmin İstanbul'la ve suyla kurduğu ilişki ise çok ilginç. Birçok kereler boğazı filmlerde izlemiş olsak bile, “denizin içinden İstanbul” belki de ilk kez ve bu denli yoğun olarak perdede görünüyor. Kocaman tankerler, siren sesleri, dalgalar; hepsi sanki başka bir dünyadaymışsınız gibi bir his veriyor.
Gerek zaman gerekse mekanla ilgili yoğun bir belirsizlik var. Tekinsiz ama kendi içinde estetik bir güzellik barındıran tüm bu görüntüler ve sesler insanda tarif edilemez bir his yaratıyor. Koca tankerlerin arasında küçücük bir sandalla seyahat eden ve ana rahminde gibi parmağını emen kız, inanılmaz bir rahatsızlık yaratıyor. Küçük bir kız olmaktan kadınlığa geçmeye çalışan Hayat, yatalak dede ve balıkçı baba; hepsi bir anlamda bu suyun içinde boğulmuş durumda. Huzurlu bir görüntüyü aniden bölen silah sesleri, cam kırılma gürültüsü, uçak sesi derken suyun bile tamir edemediği tuhaf bir karmaşa ve kontrast içerisinde hikaye devam ediyor.
“Hayat Var”ın öyle sürprizli bir hikayesi yok. Simgelere, sadeliğe yaslanmıs özel bir büyüme hikayesi anlatıyor film. Hayat, suyun ortasında büyümeye çalışıyor. Bu büyüme esnasında tıpkı İstanbul gibi tacizlere maruz kalıyor, hatta tecavüze uğruyor. Yönetmen kartpostal güzelliğinde sahneler yakaladığında dahi, buna takılıp kalmayarak aniden sizi bir başka tekinsiz atmosfere sürüklüyor.
İnanılmaz huzurlu bir görüntü ardında silahlar patlıyor, camlar kırılıyor ama biz sadece sesini duyuyoruz. Hayat, ergenliğini yaşarken filmde arka planda onunla beraber çığlık atıyor, sinirleniyor. Karakterlerden herhangi birine sempati duyma şansımız ise yok. Yan karakterlerden Hayat'a kadar herkes itici unsurlar barındırıyor. Sevgiyi arayan tüm bu insanlar arasında öylesine yoğun bir sevgisizlik ve aşksızlık var ki, Hayat'ın da babasının da açlıkları sefaletten değil sevgisizlikten.
Filmin dikkat çekici bir başka unsuruysa müzikleri. Eski Orhan Gencebay şarkıları tuhaf bir şekilde hikayeye yapıştırılmış. Güzellik ve çirkinlik arasında gidip gelen görüntülerin arkasında acılı aşk şarkılarını duymak insanı irkiltiyor. Tamamen aşksız ve sevgisiz bir atmosferde yaşam savaşı veren bu insanlara en kontrast duran şeyse hiç kuşkusuz arabesk.
Hayatın başladığı yer olan suyun içinde, hayatları tükenmiş olan tüm bu insanlar aslında öylesine yaşıyorlar. Balıkçı baba, yatalak dede hatta küçük kız Hayat; hepsi zamanlarını geçiriyorlar, yaşama içgüdüleri yok. Dolayısıyla arabesk şarkılar tüm bu insanların vazgeçmişliklerine hem uyum sağlıyor hem de sevgisiz bir biçimde yaşadıkları için aşırı derecede kontrast duruyor.
Sirenler, dalgalar, Orhan Gencebay şarkıları, koca tankerler, tuhaf gürültüler ve muhteşem oyunculuklar (özellikle Elit İşcan'ın oyunculuğuna dikkat) eşliğinde işleyen film tüm sanatseverleri salonlarda bekliyor. Belki de “sezonun en önemli sinema deneyimine hazır olun” dememiz gerekiyor. Filmin sonunda çalan “Dert Bende Derman Sende” şarkısını dinlemeden salondan çıkmayın. Herkese iyi seyirler.