Hepimiz hatırlayamadığımız bir bebeklik döneminden geçip, yavaş yavaş ilk adımlarımızı atar, ilk hecelerimizi söyleriz. Hepimiz hayal meyal anılarla andığımız bir çocukluk geçirir, ilk aşklarımızı, ilk acılarımızı yaşadığımız bir ergenlikten geçeriz. Hepimiz büyür, kendi ailemizi kurar, zamanla gençliğin verdiği o enerjiyi kaybeder ve yaşlandıkça çocuk gibi bakıma, sevgiye muhtaç olan bir dönem geçiririz. Ve sonunda geldiğimiz gibi göç ederiz bu dünyadan.
Normal olan da budur ama ya bunun tam tersi bir süreç yaşasak nasıl olurdu? Alışılmadık şartlar altında doğsaydık mesela… Ve alışılmadık şekilde 80 yaşında biri gibi doğup, yeni doğmuş bir bebek gibi ölseydik, tersine yaşasaydık zamanı…
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” de böylesi alışılmadık bir yaşamı olan Benjamin Button’ın hayatına giren kişileri, gittiği yerleri, bulduğu ve kaybettiği aşkları anlatıyor. Hayatın keyiflerini ve üzüntülerini olabilecek en çıplak haliyle karşımıza sunmaya çalışıyor.
F. Scott Fitzgerald’ın 1920’lerde Mark Twain\'in \'\'80 yaşında doğup, yavaş yavaş 18\'imize doğru ilerlesek, hayat sonsuz mutluluk olurdu\'\' sözünden etkilenerek kaleme aldığı kısa hikayesinden uyarlanan bu film, uzun yıllar beyazperdeye taşınması zor bulunup elden ele dolaşmış. Ta ki bu projeye yapımcılar Kathleen Kennedy ve Frank Marshall el atana kadar.
Filmin yönetmeni “Dövüş Kulübü”, “Seven” ve “Zodiac” gibi başarılı yapımlara imzasını atmış bir isim, David Fincher. Ünlü yönetmen bu filmde, daha önce “Dövüş Kulübü” ve “Seven”da da beraber çalıştığı Brad Pitt, son yıllarda ismini daha sık duymaya başladığımız Oscar ödüllü oyuncu Cate Blanchett, bu filmdeki rolüyle “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında bu seneki Oscar ödüllerine aday olan Taraji P. Henson ve son olarak “Aramızda Casus Var” filminde izlediğimiz Tilda Swinton gibi değerli oyuncular ile çalışmış.
Filmin hikayesini Eric Roth ve Robin Swicord yazmış. Senaryo ise “Forrest Gump” ile Oscar ödülünü kucaklamış olan Eric Roth’a ait. Eric Roth, bu film ile yine Oscar adayı, ayrıca İngilizlerin Oscar’ı kabul edilen Bafta’ya da aday. Filmin Bafta ve Oscar adaylığı kazanan diğer dalları olan görüntü yönetiminde Claudio Miranda, sanat yönetiminde Donald Graham Burt, kurguda Kirk Baxter ve Angus Wall ve kostüm tasarımında Jacqueline West görev alırken, müzik Alexandre Desplat’ a emanet edilmiş.
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”, I. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle başlıyor. Küçük Benjamin doğduktan sonra annesini ve onu bir ucube gibi gören babasını kaybediyor. Ancak onu bulan siyahî bir çift, onu olduğu gibi seviyor ve Benjamin bir yaşlılar evinde, onun görüntüsüne ve rahatsızlıklarına sahip bu insanların yanında mutlu bir şekilde büyümeye başlıyor. Benjamin’in hikâyesini onun günlüğünü hasta annesine okuyan birinin ağzından dinliyoruz film boyunca.
Benjamin diğerlerinden farklı ve tuhaf olduğunu zamanla kavrıyor. Çünkü etrafındaki herkes yaşlanırken, o gün geçtikçe gençleşiyor. Çocukluk aşkı Daisy de etrafındaki herkes gibi zamana yenik düşeceğinden ötürü, birbirlerini yakalamaları için Benjamin’in biraz daha gençleşmesi gerekiyor. Bu nedenle Benjamin, dünyayı ve insanları tanıma yolculuğuna çıkıyor. Zamanı geldiğinde birbirine kavuşan bu iki aşık, doğanın kanunlarına karşı gelmeyip zıt zamanlardaki kendi yolculuklarına devam ediyor ve Benjamin’in “tuhaf” hikayesi de bitiyor.
Filmimiz uzunluğuna rağmen savaşta çocuğunu kaybeden bir saatçinin tersine ilerleyen bir saat yapışının hikâyesini anlatarak ya da zincirleme tesadüflerin hayat üzerindeki etkisine “Amelie”yi anımsatan bir tarzda yer vererek, tekdüzelikten kurtuluyor. Ayrıca filmin yaşlılıktan gençliğe geçiş dönemlerinde dekorlardaki görsel başarısı Oscar adaylığını hak ettiğinin bir göstergesi ve filmi de daha iyi bir “seyirlik” haline getiriyor.
Filmi izleyince Mark Twain’in sözüne katılmadığımı anladım çünkü Benjamin’in hayatını görünce sevdiğin herkesin yaşlandığını ya da öldüğünü görmenin; tersine yaşadığı hayat yüzünden aşkından, çocuğundan vazgeçmenin sonsuz mutluluk vereceğini düşünmüyorum. Bakalım siz izleyince ne düşüneceksiniz? Kesin olan bir şey varsa, o da David Fincher’ın Oscar’ı kucaklaması durumunda bu tuhaf hikâyeden sonsuz mutluluk duyacağı! İyi seyirler…
Yazar: Sinemahser