1) Yeşim Ustaoğlu, Türk sinemasında kendi tavrı olan nadir yönetmenlerden biri. "Güneşe Yolculuk"tan sonra yeni filmi "Pandora\'nın Kutusu" ile bir kez daha beyazperdede. Efsanelere göre Pandora\'nın, açmaması gereken bir kutuyu merakına yenilip açması sonucu kutunun içinden kötülük çıkması ve bunun dünyaya yayılması durumu söz konusu. Buradan yola çıkılarak da modern bir Pandora hikâyesi yaratılmış. "Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü" sözü de filmi destekliyor bu anlamda. Burada kötülükten çok gerçeklerle yüzleşme üzerine gidilmiş. İlk gösterimi Toronto Film Festivali\'nde yapılan film, katıldığı festivallerde şimdiden birçok ödülün sahibi oldu bile.
2) Filmde üç kardeşin birbirinden bağımsız ve hayatla farklı nedenlerden kavgalı yaşantılarının bir olayla beraber kesişmesi anlatılıyor temel olarak. Onları birleştiren olaysa, Karadeniz’de bir yaylada tek başına yaşayan 70’li yaşlarındaki anneleri Nusret\'in kaybolması. Üç kardeşin annelerini bulmak için çıktığı yolculuk sadece Karadeniz’e değil, kendi içlerine ve birbirlerine yaptıkları bir yolculuk oluyor aynı zamanda. Takıntılı ve evliliğinde cinsel/ruhsal sorunlar yaşayan bir anne, işinden mutsuz ve evli bir adamın peşinden sürüklenen gazeteci kız kardeş ve düzene kendince karşı koyan bir viranede hayatını sürdüren erkek kardeş. Bir de annesinin baskısına dayanamayıp soluğu sokakta alan bir oğul var ortada.
3) “Pandora\'nın Kutusu" yaratılan karakterlerin gerçekçiliğiyle de güçlenen bir film. Özellikle her oyununda bir kez daha hayran kaldığım Derya Alabora yine yapmış yapacağını. Alabora\'yı değil, hayat verdiği karakter Nesrin\'i izlerken buluyorsunuz kendinizi. Her şeyin mükemmel olması için uğraşırken, diğerlerinin hayatını da kontrol altına alma arzusu, onu filmin bazen iyisi bazen kötüsü yapıyor. Oysa yaptığı her şey sevdiklerini korumak için. İşte bu halden hale geçişlerde gayet başarılı. Ayrıca ilk sinema deneyimlerini yaşayan diğer kardeşleri oynayan Övül Avkıran ve Osman Sonant\'ı da atlamamak gerekir. Hikâyenin merkezindeki isimse tabiî ki anne Nusret. Alzheimer hastalığı nedeniyle artık yalnız kalmaması ve yardım alarak hayatına devam etmesi gereken karakterin İstanbul\'a getirilmesiyle beraber yaşadığı bocalama, oldukça iyi anlatılmış. Ancak burada bir handikap var; o da Karadenizli yaşlı bir kadını Fransız bir oyuncunun oynaması. “Bu yaşta bir Türk oyuncu bulunamaması bu kadar mı zormuş gerçekten?” diyorsunuz. Ne kadar iyi bir oyunculuk da çıkarılsa bu beni rahatsız etti. Bu durumu düşünmeden yok sayarak izlerseniz zaten mesele yok.
4) Film içerisinde sizi gülümsetebilecek birkaç ayrıntı da mevcut. Bunlardan ilki bir kitlenin şikayet edip bir kitlenin de bağrına bastığı sabah kuşağı kadın programlarından Petek Dinçöz\'ün "Arım Balım Peteğim"i. Filmin bir sahnesinde Dinçöz\'ün muhteşem(!) açıklamalarını izliyoruz, tabi televizyondan. Hele ki maske takarak çıktığı bir programı seçmeleri tesadüf müdür, merak ettim. Filmin içine girmişken karşınıza çıkan bu yapay şov neyin ne kadar gerçek olduğunu aslında bir güzel açıklıyor. Ayrıca filmde bir takside Müslüm Gürses çalıyor ve bu tabi ki tesadüf değil. Son dönemde müzisyen kimliği daha bir elitleştirilen(!) Gürses\'in Murathan Mungan destekli albümündeki "Döndür Yolumdan" şarkısı filme çok yakışmış. "Döndür, sapmayacak sandığım yolumdan beni döndür" derken, dönülmez bir sürü yolu düşünüyorsunuz hem kendiniz hem karakterler için.
5) Doğduğu topraklardan uzaklaşıp büyükşehir hayatlarına sözde adapte olan insanların başka hikâyeleri, kesişmeleri bu film. Üstelik anlatılan kişiler o kadar içimizden ki, ne çok yüksek mevkilerde ne de çok zengin... Bir uzaklaşma, yabancılaşma, sorgulama filmi de diyebiliriz. Güzel karakter analizleri ve iyi bir film izlemek istiyorsanız elbette öneririm. Ama “ben sıkılganım, öyle ruh hallerini, iç yolculukları izleyemem, basit ve bildiğim şeyleri izlerim” diyorsanız "Ayakta Kal" gibi filmler sizi mesut edecektir.