Bilgisayar oyunlarının beyazperde uyarlamaları dolu dizgin devam ediyor. Bu serinin son halkası, gotik ülkeden RPG oyunu “Mutant Günlükleri”. İskandinav pasaportlu oyunun filmi de doğduğu topraklara hayli uyumlu, bolca karanlık bir gelecekte geçiyor…
Yönetmen koltuğunda henüz ikinci filmini çekmiş Simon Hunter’ın oturduğu “Mutant Günlükleri”nin senaryosunda ise Paul W.S. Anderson’un bilimkurgusu “Ufuk Faciası”ndan sonra ortadan kaybolan Philip Eisner’ın imzası bulunuyor. 1997 tarihli 11 dakikalık kısa korku filmi “Wired” ile kariyerine başlayan Hunter, ilk uzun metrajını 2000 yılında senaryosunu da yazdığı “Lighthouse”a çekerken de korku türüne örnek vermiş ve korku severlerin ilgisi ve ödüllerle karşılanmıştı. Temelde beğenilen bir oyuna ek olarak bu iki isim ve iyi bir oyuncu kadrosuna sahip bir künyeyle ilk başta hayli ilgi çekici gözüküyor…
“Mutant Günlükleri” kısa bir özetle, her şeyi anlatarak başlıyor. Dış dünyadan uzaya gelen bir makine buz devrinin sonunda ortaya çıkmış, tek amacı da insanoğlunu mutanta çevirmekmiş. Neachdainn adındaki bir savaşçı insanları birlik olmaya çağırmış, bu sayede makine yeraltına mühürlenmiş. Doğu Avrupa’nın uzak dağlarında Neachdainn soyundan gelen Kardeşler birliği hala makinenin hayatta olduğundan bahsediyor. Bu konudaki kitaba yani günlüğe de bir koruyucusu eşliğinde gözleri gibi bakıyorlar…
Yıl 2707… Dünya 4 birlik tarafından yönetilmekte… Mishima doğuyu, Bauhaus ve Imperial Avrupa ve Afrika’yı, Capitol’de batıyı yönetiyor. Dünyada kalan son kaynaklar için savaşıyorlar. Avrupa\'nın terkedilmiş diyarında Bauhaus Birliği, Capitol hatlarına yeni bir saldırı düzenlemek için hazırlık yapıyor… Tam da bu sırada sıkı bir savaş filmi gibi başlıyor “Mutant Günlükleri”…
Yağmur altında, karanlıkta, hareketli kamera açıları ile efektleri de çok iyi kullanarak iyi bir atmosferle gelen açılış, bombaların sonrasında savaşın ortasında açılan bir kapak ile tanıştırıyor bizi. Hayli etkili sahneler ardı ardına geliyor. Makinenin canlanıyor ve mutantlar insanoğlunu bir kez daha mutanta çevirmeye başlıyor…
Bundan sonrası makinenin yok edilme, dünyanın da kurtarılması esasına dayanıyor. Mutantlar denince akla gelen zombie benzeri dönüşüm yaşayan yaratıklar olsa da, öyle bir dönüşüm yok. Sadece elleri bıçak oluyor ve avladıklarını makineye sürüklüyorlar o kadar.
Daha en başından hikayenin yolu açılırken, klişeler bolca kullanılmaya başlanıyor. Askerlerin künyelerini biriktirme, her ortamda pervasızca sigara yakma gibi dramatik planlara, kötü repliklerde eklenince filmin tercihi de ortaya çıkıyor. Klişeleri kullanmak ve onları tersyüz etmek… Sadece durumdan faydalanma yoluna gidiliyor.
Daha yarım saat dolmadan, tüm olayların tekrar kısaca özet olarak gösterilmesi hayli gereksiz ve seyirciye hakaret… Klişeler kardeşler birliğindeki Samuel’in inanç ile her şeyi kurtaralım çağrısıyla başlıyor. Kardeş Samuel, saldırı karşısında gemilerle kaçmakta olan insanoğluna sesleniyor… İnanarak bu savaşı kazanabiliriz… Kısa rolde gözüken John Malkovich’in canlandırdığı yönetici Constantine de doğal olarak soruyor. Koca bir ordunun yapamadığını nasıl yapacağız?... Emrine asker isteyen Samuel’e imkan sağlanıyor. Bu arada ilk klişe de kullanılıp atılıyor… Yönetici gemilerle kurtulmak yerine, kalmayı seçiyor…
Kardeşlik binasında, koruyucusu ile saklanan kitap yerinden çıkarılıyor. Birlik toparlanıyor. Birbirlerine karşı savaşanlar, artık aynı cephede yer alıyor böylece. “Mutant Günlükleri” elde Samuel, inancın zaferini anlatıyor ama, ekipte inanmayan biri var… Tüm klişelerin doruk noktası ise “Matrix”teki Neo beklentisi, bir kehanette yer alan beklenen kurtarıcı rolü beklentisi olarak görünüyor. Samuel bu kurtarıcının kendisi olduğuna inanıyor o ayrı…
Herkesi birleştirecek kurtarıcı inancı derken, kitap da sorgulanmaya başlıyor nihayetinde… Samuel de eninde sonunda bunun bir kitap olduğu gerçeği ile yüzleşiyor. Kitabın koruyucusu Severian’ın erkek çoğunluklu birliğe saçlarını kestirerek katılması ile saçmalıklar silsilesi ise senaryonun eksiklerine start veriyor… Birliğin makineye ulaşmak için, kitaptaki harita yardımıyla başladığı yolculuk ise, aksiyonu ne kadar bol olsa da tamamen saçmalıklar ve hatalar zincirinden ibaret.
Yerin altına inilmesi gerekiyor ama öyle tuhaf bir mekan kullanımı ve ona eşlik eden kamera açılarıyla yaratılmış (ya da yaratılamamış) kurgu var ki evlere şenlik. İnandırıcılıktan uzak mekan geçişleri ile başlayan yolculuğun en olumlu ya da göze hoş gelen tarafı, dünyayı terk edip uzaya kaçan insanoğlunun hala buhar gücünden faydalanması… Jules Verne romanlarından çıkmış gibi duran gemilerin kullanılması ayrı bir hoşluk olmuş. Ortaya çıkan gelecek tasviri ateşli silahların kullanıldığı, beklenenin tersine ileri teknolojinin kullanılmaması da ayrıca dikkat çekici.
Yolculuk sırasında Hunter’ın beklenen kişi olmasını kuvvetlendirecek müdahaleleri sonrası, yaralı arkadaşının el bombası isteğinin hemen ardından sigara yakacak rahatlıkta olması da ana karakterin klişe dışı hareketlerinden.
Madem insanoğlu yok edebilecekti makineyi, neden yok etmeyip kilitledi… Üstelik yok etmeyi sağlayacak düzeneği ve kitabı muhafaza edip korurken… Diğer bir nokta da madem Mutantlar silahla ölmüyorlar, kılıçla ölüyorlar o zaman neden herkes silahına davranıyor sürekli… Bu ve bunun gibi birçok soruya yanıtın bulunamadığı mantık hatalarıyla dolu film, sonunda erkek egemen birliğin kadın çoğunluğuyla makineye ulaşması, inananın ilk başta kaybeden olduğu finalle noktalanıyor…
Sıkıcı bir tempoya sahip olmayan “Mutant Günlükleri”, sıkı bir savaş sahnesiyle açıldıktan sonra, gerek mantık hataları, gerek mekan ve kurgu hatalarıyla sürekli yolculukta olduğu gibi dibe inerek, tüm beklentilerin altında kalıyor…