90’ların sonunda komedi ağırlıklı filmleriyle sinemaya giriş yapan Brad Anderson, kazandığı görece popcorn başarı sonrasında 2000 yılında “Session 9”la sinemasında keskin bir dönüşe imza attı. Korku ağrılıklı olsa da birçok türün kırması olan filmle birlikte şimdiki sinema anlayışını da oturtmaya başlamış oldu. Özellikle 2004 yılı filmi “Makinist” ile büyük çıkış yapan, adını saygın yönetmenler hanesine yazdırmayı da başaran Anderson, gerilim filmlerine adım atmaya da başlamış oldu. “Masters of Horror” dizisinin bir bölümüne imza atarak da bunu pekiştirmiş oldu. Anderson’un makinist’te yarattığı ilüzyon hala canlılığını korumakta. Kurduğu yapıyla, yarattığı gerilimli atmosferle takip edilesi yönetmen oldu…
"Makinist"ten 4 yıl sonra gelen “Sibirya Ekspresi”, temelde Bowdoin Üniversitesi’nde antropoloji ve Rus dili eğitimi alan yönetmenin bu eğitim sonrasında Rusya’da yaptığı tren yolculuğuna, o yolculuktaki gözlemlerine dayanıyor. Elbette söz konusu tren yolculuğu olduğunda Alfred Hitchcock hayranlığının da etkisi var. Özellikle “Strangers on a train” ve “The Lady Vanishes” gibi trende geçen Hitchcock klasiklerinin senaryoda etkisi büyük. Karlarla kaplı bir ortamda, rayların üzerinde geçen bir klostrofobik bir ortam yaratılıp, birde yabancı yerde olmak söz konusu olunca gerilim otomatik olarak yaratılmış oluyor.
“Her zaman trende geçen film çekmek istedim” diyen Anderson’un bir diğer etkisinde olduğu isim de Dostoyevski… Ana karakterlerden Grinko, “Suç ve Ceza”daki polis karakterinden izler taşımakta… Anderson bu şekilde bildiği kültürde, bildiği ve hayran olduğu esin kaynaklarıyla oluşturmuş senaryoyu… Yaratılan doğu Avrupa atmosferi, kırıcı kışın soğuğundaki tren yolculuğu da istediği atmosferi kurmasına yardımcı olmak bir yana, bir karakter de eklemiş oluyor.
Filmin başında tanıdığımız Amerikalı çift ise bu tip filmler için biraz klişe olarak adlandırılabilir. Her yolculuk temalı filmdeki çiftler gibi, aralarında soğukluk olan, çatırdamakta olan evliliğin içindeki yalnız iki ruh Roy ve Jessie üzerine girişilen derinlikte görünenlerde bir parça kusurlu… Roy biraz karikatürize bir Amerikan erkeği olarak resmedilmiş. Tipik bir Amerikan ailesi tablosu uğraşında çocuk isteyen, ama hala çocuk kalanlardan… Jessie ise biraz daha güçlü, ayaklarının üzerinde duran kadınlardan. Zaman geçtikçe, tanıdıkça Jessie’yi evliliğin değiştirdiğine de şahit oluyoruz. Arsız kızdan, evlilik yardımıyla uslu kıza dönüşmüş, belli ki çocuk isteğine bu değişimin tamamlanmaması adına karşı çıkıyor.
Tam da bu sırada çifte eklenen yeni arkadaşlar başlatıyor hikayeyi… İlk yolculuklarına çıkan Jessie-Roy çiftinin aksine, hayatları yolculuklarda geçen çift Abby ve Carlos kompartıman arkadaşları oluyor. O andan itibaren derinleşen senaryoda yeni çifti tanımak da, yabancıları tanımak gibi bir güvensizlik ortamını yaratmış oluyor. Abby pek konuşkan değil ama, Carlos’u tutabilene aşk olsun…
Jessie ve Carlos arasındaki diyaloglarla kurulmaya başlayan gerilim de yavaş yavaş filmin dinamiklerinden biri oluveriyor. Carlos üzerindeki sis bulutu da kamera açılarıyla ustaca kuruluyor. Diğer karakterlerde güven veren sakin kamera açıları varken, Carlos söz konusu olduğunda kullanılan açılarla bu adamda bir şey var hissi de yaratılmış oluyor.
Votkaların ve eğlencenin eksik olmadığı yemek bölümlerinde de ne kadar eğlence olsa da, Anderson Rusya üzerindeki gözlemlerini de iletiyor… “Amerika’yı tanımak istersen bir kitap al, Rusya’yı tanımak istersen bir kürek al” sözüyle başlayan bu gözlemler her şeyin ortasındaki Amerikalı çiftin yabancılaşmasını da arttırmış oluyor.
Bir durakta yollar ayrılıyor. Roy treni kaçırıyor ve bir sonraki adım geliyor hikayede… Tamamen yapayalnız kalan Jessie, Carlos ve Abby’den destek de görüyor… Anderson yine kamerası yardımıyla gerilimi arttırıyor... Carlos ve Jessie arasında geçen tüm sahnelerde bir tekinsizlik hakim ama taraf tutulmaksızın yaratılan bir gerilim bu. Kim ak kim kara belli değil. Kimseyle bir yakınlık kurmaya izin vermeyen bu yapı üzerine yaşanılanlarda tüm planın parçası zaten…
Roy’un en son Carlos’la görüldüğü sahneden sonra kayboluşu, Carlos’un tuhaflıkları ile iyice belirginleşen gerilim, karlar üzerindeki kilit sahneyle birlikte daha da artıyor… Ama filmin başarısı da burada zaten, Carlos’un Jessie’ye öve öve gösterdiği matruşka’lar gibi gitgide derinleşen bir yapı söz konusu filmde.
Hikaye derinleştikçe, filmin başında görünüp kaybolan Grinko’nun eklenmesiyle Jessie Grinko’nun filmine dönüşen “Sibirya Ekspresi”, yarattığı tren geriliminden birkaç sahne haricinde uzaklaşmıyor…
Anderson’un filmin çevrilme sebebine ışık tutan diyalogları da Roy ve Grinko arasındaki diyalogda saklı…
- “Sovyetler Birliği karanlık ve kötü bir imparatorluktu”
- “Belki de… Ama o zamanlar karanlıkta yaşayan insanlardık… Şimdi aydınlıkta ölen insanlarız”
Matruşka’lar gibi gittikçe derinleşen öyküye sahip olan film, doğru mesajı vererek iyi bir final yapmış olsa da, temel tempo sorunu nedeniyle bocalıyor ve makinist sonrası yükselen beklentileri karşılayamıyor… Geride Rusya üzerine sağlam gözlemler ve iyi kurulmuş senaryo kalıyor…