Öyle bir dönemdeyiz ki sanatın kıymetini ödüller belirler oldu. Özellikle yedinci sanatın ustaları için kıstası, Cannes Film Festivali’yle başlayıp Berlin Film Festivali’yle sona eren bir takvimde, toplayabildikleri ödül sayısına bakarak koyduk. Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı’yla Cannes’da ödül alamamış mı? Doğrudur, film Croisette matematiğinde ödül kazandıracak formüle sahip değildi. Ama yine de belki bir zamanlar Ceylan’ı da tüketen, ancak ve ancak tanınmakla, anlaşılmakla, takdir görmekle söndürülecek o iç yakıcı tutkuyu beyazperdeden biz izleyicilere hissettirmedi mi? Yönetmen o alkışlara, övgülere, takdirlere ne derece doymuştur, alışmıştır bilinmez. Ancak Kış Uykusu’ndan bu yana Nuri Bilge Ceylan karakterlerini o kahredici tutkunun elinde görüyoruz. Sinan’ın, Aydın’ın, Nihal’in ya da İdris’in kendilerini ortaya koyma, “var olma”, anlaşılma istekleri Nuri Bilge Ceylan filmlerinde sürekli kaşınan bir yara gibi. Kaşıdıkça kanıyor ve asla kabuk tutmuyor…
Filmin kaba özetini yapmadan geçmeyelim. Sınıf öğretmenliği bölümünden mezun olan Sinan, nefret ettiği taşra ilçesi Çan’a geri döner. Kendisi gibi öğretmen olan babası, bir zamanların idealist ve saygın öğretmeni İdris, at yarışı bahislerinin kölesi olmuş, uçan kuşa borç takmıştır. Sinan KPSS’yle atanana kadar, artık babasının adamdan sayılmadığı evinde üniversiteye hazırlanan kardeşi ve ev hanımı annesiyle yaşayacaktır. Fakat dışarıdan bakan herhangi bir kişinin de görebileceği bu hikayesinin ötesinde, Sinan’ın bilmedikleri bir özelliği vardır. Hayata ve insanlara bakışını aktardığı, kendi deyimiyle bir “meta-roman”ın, deneysel denemelerin yazarıdır ve öncelikli amacı kitabını bastırabilmektir. Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan’ın ilk açıklamasıyla bir “baba-oğul” filmi ve görünen o ki, hayatın sıradanlığı içinde sürüklenen bir “oğul”un sanatla, “baba”nın ise akılla var olma çabası. Sinan kitabını bastırabilmek için sponsor bulma umuduyla ilgisiz siyasetçiler ve iş adamları arasında sürüklenirken, sanatını ve dolayısıyla kendisini öyle bir noktaya koyuyor ki, böylesine kendini dev aynasında gören bir yazarın izleyicide bıraktığı izlenim, küstah bir yazar bozuntusundan başka bir şey olmuyor. Kendini çoktan kanıtlamış ve yazdığı kitaplarla beğeni toplamış bir yazarla yaptığı edebi tartışmadaki küstahlığı insanı irkiltirken, kırık bir heykel parçasındaki güzelliği göremeyip, onu suya atabilen sıradanlığı Sinan’ın sanatla olan ilişkisine dair ciddi anlamda soru işareti bırakıyor. Doğrusu KPSS’yle atanma hayalleri kurup, çevik kuvvet olan arkadaşıyla “solcu dövme” muhabbetleri yapabilen bir sanatçının, dünyaya bakışının da sanatsal bir vaadi olamayacağı açık. Sinan’ın kendini konumlandırdığı noktada ise, o sanatıyla var olan bir sanatçı ve tabii ki onu kimse anlamıyor.
Tabii Sinan herkesi böylesine hakir görürken, en büyük payeyi de bir baltaya sap olamamış babası İdris alıyor. Beş parasız, ailesine bakamayan, saygınlığı olmayan bir öğretmendir İdris. Ama hayata her zaman güzellikle bakabilen, ince ruhlu ve sevgi dolu bir insan aynı zamanda. Sinan’ın babasını bu derece hor görürken, onun dünyaya bakışındaki estetiğin ve inceliğin küçük bir kısmına bile sahip olamaması ne ironiktir! İdris de hayatta tıpkı oğlu Sinan gibi anlaşılamamış, bunun getirdiği kırgınlık da, Sinan’ın etrafındaki insanlara esen gürleyen küstahlığı yerine, kendi kabuğuna çekilip kumarda teselli bulmak şeklinde zuhur etmiş. Aslında iki adamı tüketen tutku da aynı. Tutunamamış, ortaya koyduklarıyla var olamamış insanlar bunlar. İdris’in köyde “buradan su çıkmaz” denilen bir kuyuyu ısrarla ve şevkle kazması ya da Sinan’ın kitabını bastırabilmek için sanatsal değeri olduğunu zannettiği eski kitapları satması aynı başarma hırsının farklı tezahürleri aslında. Peki bir hırsı hangi noktaya kadar devam ettirmelisin? İdris gibi bir noktada “buradan su çıkmaz” diyerek bırakmalı mısın? Yoksa Sinan gibi önce kutsal kitapları, sonra babanın kıymetlisi olan biricik köpeği mi satmalısın? Sinan’ı yakan hırs kendini sadece sanatsal mecrada da göstermiyor üstelik. Yakın arkadaşının sevgilisini öpmek de normalleşiyor bir süre sonra. Hatta ve hatta babanın kazmayı bıraktığı kuyuyu “buradan su çıkacak!” inadıyla kazmayı devam ettirmek de…
Zaten bu noktada Nuri Bilge Ceylan’ın oyuncu seçimine hayran kalıyorsunuz. Belki de Türkiye’de Sinan karakterini, komedyen Aydın Doğu Demirkol kadar anlayabilecek ve oynayabilecek bir kişi daha yoktur. Demirkol’un geçmişini bilenler, neden bahsettiğimi anlayacaktır. Kendisi komedyenliğini konumlandırdığı noktada küstahlığa varan ince bir eşiği geçip yüzlerce insan tarafından, hem de televizyon kameraları önünde yuhalanmış bir insan. Fakat işiyle var olma tutkusu içinde öyle bir yer etmiş ki, bugün Cannes’da on beş dakika boyunca alkışlanan bir filmin başrol oyuncusu olarak izliyoruz kendisini. Demirkol nasıl ki pes etmediyse, Sinan da öyle vazgeçen “buradan su çıkmaz” diyebilen bir karakter değil işte. Yine filmin vizyona girdiği dönemde çeşitli polemiklere maruz kalan Murat Cemcir’in de hakkını temsil etmek gerek. Filme adını veren “ahlat ağacı” bile kendisini işaret ediyorken, fotoğraflarda ön plana çıkıyor diye oyuncuyu eleştirmek büyük haksızlık değil mi? Demirkol ve Cemcir ön plana çıkmasalar, işleriyle var olmasalar, anlaşılmak için çaba sarf etmeseler bu filmde böyle bir performans gösterebilirler miydi? Sanatçı sanatı kadar, egosuyla da var oluyor bir yerde. Var olmayı başarabilirse Cannes’da Palais’nin merdivenlerinde alkışlanıyor, başaramazsa Çan’da küçük bir köyde kuyu kazıyor.
Ve gelelim esas meseleye… Laios ve Oedipus’a, Rüstem ve Sührab’a, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e, İdris ve Sinan’a…
Ahlat Ağacı’nda üç kuşak baba oğulun birbirleriyle olan çatışmasını görüyoruz. Babaya isyan, ondan kaçma, mağlup olma ve ona geri dönme döngüleri, kendini tekrar tekrar tamamlayarak bir zincir oluşturuyor. İdris’in okuyarak babası gibi olmaması, açtıkları kuyuda bilimi referans alarak diretmesi ama başaramaması, kumar batağına saplanması ve yine köye dönerek babasıyla birlikte yaşamaya başlaması; aynı şekilde Sinan’ın beceriksiz ve kumarbaz babasından kaçması ve sanatçı olma çabası, ama babası gibi sınıf öğretmenliğinden başka bir şey elde edememesi –hatta KPSS’yi kazanamayıp, babası kadar bile olamaması-, yazdığı kitabın satılmaması, babasından başka kimse tarafından da okunmaması ve en son yine köye dönüş, babasının yarım bıraktığı hayali olan kuyuda su bulma ümidi… Oğulların babaları alt etme çabası her seferinde hüsranla sonuçlanır. Sinan’ın öldü zannederek bırakmaya yeltendiği babasından kurtuluşu yoktur. Ayakları onu yine babasına götürür. Oedipal döngüyü yıkamaz. Ceylan, Kış Uykusu’nda Aydın üzerinden yaptığı aydın eleştirisini, bir kez daha İdris ve hatta Sinan üzerinden yapar. Ülkemiz aydınlarının da İdris gibi değeri bilinmez ya da Serkan Keskin’in canlandırdığı yazar Süleyman karakteri gibi popülizme rağbet ettikleri müddetçe muvaffak olabilirler. Sinan ise sahip olduğunun ne değerini bilen, ne de “mana”yı kavrayabilmiş bir aydın bozuntusudur.
Bütün bu altyapının dışında, bir koltukta birden fazla karpuz taşıyan bir film olmuş Ceylan’ın son işi. Din, sanat, siyaset, felsefe… Ne ararsanız var. Öyle ki filmin zaten oldukça uzun olan üç saatlik süresi yetmiyor. Adeta iki filmlik konuyu tek filme sıkıştırmış gibi. Filmdeki diyalog artışı Ceylan’ın deyimiyle bir “başkaldırı”ymış. Doğrudur ama yer yer takip etmekte zorlanmadık desem yalan olur. Bu güzel filmin birkaç küçük kusuru da oluversin artık. Tekrar tekrar izlenip, yeni güzelliklerini fark edebileceğimiz bir film Ahlat Ağacı. Başarı kıstasının ödüller olmadığı bir dünyada, var olma tutkusunun uyumsuz, yalnız ve şekilsiz bir dışavurumu.