Yönetmenin kariyerine baktığınızda bundan önce çekmiş olduğu ve tıpkı bu filmde olduğu gibi aynı zamanda senaryosunu yazdığı filmlerin; Memphis yaşantısını konu alıyor olması ve tuhaf bir şekilde senaryolardaki cinsellik, uyuşturucu kullanımı ile birlikte bu filmde de yoğun bir şekilde göreceğiniz siyahi Amerikalıların yaşantılarına ilişkin yorumu, izleyici kitleyi azaltmakta ve akabinde kendisi adına yenilik getiren bir çalışma olmadığını göstermekte. Hatta yönetmenin bu kısır döngüde anlattığı şehir hikayelerinin bir örneği 2005 yapımı Sahne Ateşi; ama emin olun bu film daha ağır tempoda ve dram ağırlıklı olsa da sahneleri daha fazla yakıyor.
Filmin başından itibaren görülen ve vurgulanmış en önemli özelliği, dramatik öğelerin hepsinin blues felsefesinin duvarları içerisinde anlatılıyor olması. Bu açıdan baktığımızda filmin daha çok Amerikalılara hitap ettiği görülmekte. Blues ve aşk arasında ki bağlantının ne olduğu bize nostaljik bir kayıtla anlatılıyor. Sözleri hep kadın, aşk ve ihanet arasında giden blues’un saf aşkı aradığını, aşkın köklerini blues’a nasıl kattığını söylüyor blues gitaristi Son House. O tekrar karşımıza çıkana dek filmin ihanet ve aşk arasındaki yolculuğ başlıyor. Lazarus’un ve Rae’nin hayatlarında kötü giden şeyleri başlatacak küçük bir bilgilendirme ile karşılaşıyoruz. Lazarus, uğruna müziği bırakıp çiftliğe kapandığı karısı tarafından aldatılırken, Rae ise çok sevdiği nişanlısı Ronnie’nin askere gitmesi üzerine kendisini neredeyse tanıdığı tanımadığı ve kendisine kötü davranılmasına izin verdiği erkeklerin dibinde buluyor. Bu olaylar histeri krizi diye tabir edilen Rae’nin değişimini de başlatmış oluyor. Açıkçası, müzikle beraber filmin giriş kısmı, fragmanında olduğu gibi size güzel bir film vaat ediyor gibi duruyor.
Bu arada, Lazarus’un çevresi ile ilişkisini öğreniyor ve Rae’nin dağıtma anlarına tanık olmaya devam ediyoruz. Fakat, ne oluyorsa oluyor, hareketli ve hararetli başlayan film birden ağırlaşmaya başlıyor. Elbette ki, bir aksiyon filmi veya bir komedi filmi sürati beklemiyor seyirci ama, film dramatik bir filme göre bile ağır ilerliyor. Bu ağırlık daha sonra filmin bir adım önünde gittiğinizi size fark ettirdiğinde yazık ki bir hüsran başlıyor. Tesadüfi veya Lazarus’a göre ilahi bir hamle ile dağıttığı bir akşamın sonunda dayaktan perişan olmuş Rae Laz’in önüne getiriliyor. Lazarus’un baba şefkati ile Rae’nin kendini toparlama çabasını izlerken, Lazarus’un kızın kendisine kötü davranılmasına izin vermesinden dem vurarak onu dini odaklı bir arındırması “acı çektirerek ruhunu kurtarması”da gözler önüne seriliyor. Lazarus’un Rae’yi şeytan çıkarma ayini uygulanacak bir hasta olarak görüp kendi tedavi yöntemini uygulamaya çalışmasında ki, bol zincirli duygu seyirciye hissettirilmiş. Özellikle afro-amerikan kiliselerinin dini anlayışını film süresince bol bol görebiliyorsunuz. John Cothan’ın oynadığı Rahip R.L. ise rol için gerçekten çok iyi bir seçim olmuş. Zaten film devam ettikçe çok yakın iki arkadaş olan Lazarus ve rahibin birbirlerini etkilediklerini görebiliyorsunuz. Film boyunca ikili birbirlerine yaklaştıkça tutundukları şeylerin kendilerine yaptıklarını daha fazlasıyla anlıyorlar. Bu karşılıklı saygı ve karmaşık sevgi daha sonra ikilinin birbirlerinin yaralarını sarmasına ve geçmişlerinde unuttukları kendilerini Lazarus ve Rae yapan şeyleri tekrar duyumsamaya başlıyor ve bu da seyirciye aynı tadı duyumsatmayı başarıyor.
Daha önce de belirttiğim gibi filmin temposu ağır, Lazarus bu ağırlığın içerisinde öyle hareket ediyor ki, bir sonraki adımını veya yapacağı şeyi çok rahatlıkla kestirebiliyorsunuz. Film ilerledikçe, aldatılan eş Lazarus’un kendisine yeni bir eş namzeti olacak Miss Angela ile flört edişini seyrediyorsunuz. Yaşlı bir çiftin saygılı ve mesafeli ilişkisini izlemek keyif veriyor. Zaten film boyu, Samuel Jackson’ın her tavrı, o katı dindar havası, yeniden müziğe başlama kararı, dialogları, ifadeleri, mimikleri size bu filmin eleştirilemeyecek tek noktası onun oyunculuğu dedirtiyor. Ucuz Roman’dan beri onu böyle bir performansta görmekte filmin belki de en büyük artısı. Film sizi şaşırtmayan, beklediğiniz bir doğrultuda ilerleyip, öylece bitiveriyor. Arada, Rae’nin sorunları çözüldü mü? Sevgilisinin sorunu nedir ne değildir? Midesi yüzünden askerden atılan adam nasıl midesine güvenip başka bir adamı vurmaya çalışır? Sorularıyla cebelleş ederken zayıf bir finali adeta kucağınıza atıp kaçıyorlar.
Film bittikten sonra dahi söylenebilecek en kati şey, filmin müziklerinin gerçekten çok güzel olduğu. Samuel L. Jackson, rolü oynamaktan çok fazlasını yapmış. Dini konuda aşırı takıntılı, tam bir Memphis blues gitaristi ve hayatını düzene koymaya çalışan bir çiftçi olduğu havasını yaşatıyor size. Bu film için aldığı gitar dersleri ile birlikte de, sesi ve performansı ile alkışı hak ediyor. Christina Ricci ise histeri krizlerinin abartılması hariç Jackson’ın performansı yanında hiç ezilmemiş. Ricci monster filmindeki Ricci değil orası kesin. Belki senaryoda kendisine biçilenden, belki de biraz da kendisi abarttığından olsa gerek, oyunculuğu size kendisini zaman zaman sinir bozucu bir fahişe zaman zaman da masum bir kız çocuğu olarak gösteriyor ki, bu da rolünde amaca ulaştığını gösteriyor. Justin Timberlake ise sönük bir performans sergiliyor. Zaten oynadığı karakterin (Ronnie) filmdeki senaryo açısından çok fazla süre alması mümkün değilken, elindeki süreyi de heba etmiş. Onun bu rolü haddinden daha ezik oynaması ise bazen sabrınızı taşırabiliyor. Müzikle aranız iyi ise, sırf o yüreği tıngırdatan blues melodileri için film izlenebilir. Fakat, film yapısı itibarı ile tamamen belli bir kesime ve coğrafyaya daha çok hitap etmekte, bunu göz ardı etmeden izlerseniz keyif alabilirsiniz. Size ağır tempolu ama bol müzikli, orta halli bir dramdan daha fazlasını vermeyecek. Sonuç olarak kara yılan gerçekten inlemiyor.
Destekleri ve Sabırları için, Murat SÜNTER ve Serkan Murat KIRIKÇI ya teşekkürler