Dertlerimize çareler bulabilmek adına duygularımızın bizi yönlendirmesiyle hırsla giriştiğimiz çözümlerimiz, bencilce yöntemlerimiz ve ‘yeter ki istediğim olsun’ diye başvurduğumuz teknikler, yolumuza çıkan diğer hayatları nasıl etkiliyor?
Bir insanın veya toplumun kendi genel-geçer doğrusu, bir başkası ya da başkalarını olumsuz etkiliyorsa bunun hangisi ‘gerçek’ doğru? İnsanlık tarihi kadar eski bu sorular, ABD’nin sakin bir köşesinde, huzurlu sayılabilecek bir kasabasında anlatılan dramatik ve vurucu bir hikaye ile yeniden vücut bulup adeta bir şamar etkisiyle sinema izleyicisinin yüzüne çarpıyor.
Aslında ünlü bir tiyatro yazarı olan Martin McDonagh’ın yapımcılığını, senaryosunu ve yönetmenliğini üstlendiği Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri filmi, kavramların birbirine karıştığı, son derece gerçekçi, doğal ve tanıdık karakterlerin içine nakış gibi işlendiği bir dramı sunuyor bizlere. Kimin haklı olduğuna karar vermenin güçleştiği bir öyküye sahip olan film, 90. Oscar Ödülleri’ne de 7 dalda aday olmuş durumda.
-- - Spoiler -- -
Hayatın sıradanlığı içinde, kara komedi ve dram unsurlarını uç noktalarda yer alsalar dahi bir şekilde birleştirmeyi başarabilen McDonagh’ın oluşturduğu ilk karakter; genç kızını kırsal bölgede vahşi bir tecavüz ve cinayet suçuna kurban veren, orta yaşlı ve sert mizaçlı anne Mildred. Oyuncu Frances McDormand’ın muhteşem bir doğallıkla hayat verdiği bu kadın, katillerin aylardır bulunamamasına gerekçe olarak yerel polislerin uyuşukluğunu ve becerisizlikliğini göstererek çılgınca bir yönteme başvuruyor: Evinin yakınında yer alan ve yeni otoban sebebiyle artık çok az kullanılan bir yol kenarındaki billboardlara ilan vermek. Polisleri iğneleyici ifadeler içeren ilanlar, neden hala kimsenin gözaltına alınmadığını soruyor ve hikayede fitili ateşleyen unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Yazar Martin McDonagh, bu noktada bir başka dramla başbaşa bırakıyor izleyiciyi. Kasabanın polis şefi ve sıradan bir aile babası olan Willoughby (Woody Harrelson), Mildred’in ‘rahatsız edici’ yöntemiyle zaten başı ağrımış durumdayken bir de kanser hastalığının ilerlediğini öğreniyor.
Bu noktada ömrünün son günlerini yaşayan bir polis şefine mi yoksa kızını kaybeden bir anneye mi üzüleceğini şaşırıyor izleyici. Willoughby’nin mektup yazarak intihar edişi de şok etkisi bırakıyor seyircide. Kızını kaybeden mağdur durumdaki bir annenin, tüm kasabada şimşekleri üzerine çekişi ve öfke kaynağı oluşu, akıcı, zaman zaman trajik, bazen de komik bir dille anlatılıyor filmin geri kalanında.
Kim haklı sorularıyla zihinlerimiz meşgul olurken ortaya kanımca filmin üçüncü önemli ayağı çıkıyor: Sam Rockwell’in canlandırdığı sorunlu polis Dixon. 1 saat 55 dakikalık filmde, ırkçı ve şiddet yanlısı - Amerikan polislerine yönelik haklı bir genelleme ve eleştiri olarak kabul edebiliriz - bir güvenlik gücüyken nasıl bir değişime uğradığı ustalıkla anlatılıyor filmde. Polis Dixon, Mildred’e karşı en büyük tehdit olarak başladığı hikayenin nefis akışıyla merhametli kadının en önemli destekçisi haline dönüşüyor. Değişimi yansıtışı bakımından Rockwell’in oyunculuğu da zirveye çıkıyor bu çizgide.
-- - Spoiler Sonu -- -
Film, yazarının da maharetiyle tüm ana ve yan karakterleri içine alan bir oyunculuk şölenine dönüşüyor. Hem Mildred hem de polis şefi Willoughby’nin kendi dramları, zaman zaman kara komedi ögeleriyle harmanlanıp iç içe geçiyor, bir mutlu sonun olmadığı, gri bir çizgide başlayıp yine o yönde devam eden, genelde asık suratlı ama son derece gerçekçi bir yapıt ortaya çıkıyor.
Kasaba insanlarının ilişkiler yumağında beliren bir ‘doğru’, başkasının ‘yanlışı’ oluyor ve aradaki ince çizgi bir belirip bir kayboluyor. Filmin bu tehlikeli sisli havasında gerilim de var, komedi de ve tabi ki dram da. Diyaloglar genellikle hayranlık verici, umulmadık anlarda kahkaha atabiliyorsunuz ya da kalbinize ağırlık çöktürecek üzüntüler yaşayabiliyorsunuz. McDonagh’ın üslubu birçok duyguyu birlikte hissettirebilmiş. Durgun ve dingin bir yapısı olan filmde oyunculuklar ve replikler öne çıkıyor.
Açık kapı bırakılmış ‘gri’ tonlu sonu bir miktar tatminsizlik duygusu bıraksa da film geneli itibariyle ve senaryosuyla büyük övgüyü hak ediyor. İçlerindeki çatışmalarıyla tam olarak sevemeyeceğimiz ‘gerçek’ karakterlerle dolu, birbiriyle kavgalı gibi görünen üç ana karakterin arasındaki farklılıklara usta bir dil ve üslupla nokta koyulan enfes senaryosuyla Oscar’a layık bir eser.
8/10
Gökhan Öztürk