Sinemaya reklamcılıktan geçen isimlerden Isabel Coixet’in yönetmenlikteki 20.yılı Hollywood transferi ile taçlandı. Tarih mezunu yönetmenin sonunda sinemaya düşen yolda Barcelona Üniversitesinde 18. ve 19. Yüzyıl tarihi okumasının izlerini filmlerindeki görselliğinde bulmak mümkün. Uluslar arası alanda tanınmasını sağlayan Pedro Almadovar destekli roman uyarlaması “My Life Without Me (Bensiz Hayatım)” ile 2003 yılına iz bırakırken, iki yıl sonra yazıp yönettiği “The Secret Life of Words” ile 2005’in en iyi filmine imza atarken toplam da 21 ödülle de başarısını tescilledi.
Genel olarak, kamerasını hikayesini anlattığı kişilere doğrulttuğunda yakaladığı başarı ile ön plana çıkan Coixet “Elegy”de yine bir roman uyarlamasına girişiyor. Usta yazar Philip Roth’un “Dying Animal” adlı romanını senaryolaştıran isimse Nicholas Meyer. Meyer son Roth uyarlaması “The Human Stain (İnsan Lekesi)”nin senaryosuna da imza atmıştı. Genelde zor okunan romanlara imza atan, özdeşleşilmesi zor olan sevimli yanı pek olmayan karakterler barındıran Roth romanlarının başına gelen yine aynı elbette. Yine serbest bir uyarlama söz konusu.
Karizmatik profesör David Kapesh, bağlanma korkusu yaşayan bir adam olarak karşımıza geliyor. Filmin açılış sahnesi olan Tv röportajında Püritenler hakkındaki konuşmasıyla tanımaya başladığımız bu bilen adam, hemen arkasından yaşlılık üzerine sağlam referanslı sözlerle karşılıyor izleyiciyi.
Bir anda arkası arkasına yaş sorgulamasına girişiyor film. “Yaşlılık arkanızdan iş çevirir” ve “İnsanlar hangi yaşa göre davranmalıdır” sözleriyle filmin ana hatları da belli oluyor.
Kapesh, yaşadığı anları ve hissettiklerini seyirciye vermek üzere anlatıcı olarak filme yön veriyor. Bir erkek filmi olarak, onun gözünden her şeyi görmemiz isteniyor. Consuela karşısına çıkana kadar kimseye yaklaşmamaya özen gösteren profesör, bir anda kendini ilişkinin içinde buluyor. Yönetmenin tarih bilgileriyle bezeli anlarda bol bol İspanyol ressam Goya’nın adı geçiyor, resimlerinden biriyle Consuela da cabası. Consuela ve Kapesh arasındaki ilk sevişme sahnesinde tutkuyu çok güzel aktaran yönetmen Coixet, hemen ardından daha uzun bir planla bu tutkuyu kendi eliyle bozuyor.
Aralarında 30 yaş fark olan çiftin arasındaki diyaloglarda hayli ilginçleşiyor. “En az 50 kadınla yatmışsındır, oysa ben 5 kişiyle oldum…” cümleleriyle başlayan yatakta geçen sahne gibi birçok sahne de bir engele takılıyor. O engel de inanmadıkları halde inanmış gibi oynayan Cruz ve Kingsley’e ait. Kingsley zaten her zamanki gibi klişe bir oyunculuk sergiliyor. Ama bu kadar düz bakan, tutkudan yoksun bakışlar, duygu katılmamış replikler sonrası Cruz ne kadar çabalasa da boşa ağlıyor. Ben Kingsley’in başka filmden gelen bir karaktercesine role hiçbir şey katmadan yaşanan aşka inanmak da zor elbette. Doğal olarak Penelope Cruz ne kadar çabalasa da olmuyor.
Böyle bir filmde, özellikle de Philip Roth uyarlamasında zaten taraf tutmadan sevabıyla günahıyla işlenen karakterler söz konusuyken, “Göğüslerine tapıyorum” “Yüzün bir sanat şaheseri” başta olmak üzere benzeri replikler varken düz oyunculuklar hiç çekilmiyor. Çiftin arasındaki tutku ilk başta yaşanan kısa sevişmeden öteye de gidemiyor.
Yönetmen ve oyuncuların film hakkında verdiği röportajlarda tam aksini gösteriyor oysaki.. Yönetmen Coixet “‘Bence o -Kingsley- hayatımda gördüğüm en şahane gözlere sahip. Hatırlıyorum bir gün… çok basit bir sahne. Ben konyak dolduruyordu ve iki bardakla Penelope’ye doğru ilerledi. Kameranın arkasında durmuş şöyle düşündüm: Bunlar gerçekten de aç gözler… Onu gözleriyle yiyor gibiydi.” Coixet daha sonra Kingsley’e o sahne esnasında neler düşündüğünü sormuş. ‘Ölümümü düşünüyordum’ cevabını almış. Kingsley’in yanlışı da ölümünü düşünmek yerine aşkı düşünmemesi oluyor. Gariptir Kingsley: “…çünkü bu gezegeni -bu lanet olası şovu- bir arada tutan tek şey aşk. Bu işbirliği içinde harcanan efor kadın ve erkek arasındaki aşkın tanımlanabilmesi ve sorgulanması için.” diyor ama bu sorguyu Kepesh karakterine yediremiyor.
Başlayan ilişkisini yaşamak, tadını çıkarmak yerine, nasıl olsa bitecek düşüncesiyle azap çeken, yalnızlığına iyice gömülen Kepesh’in ayrıldığında yaşadıkları doğal olarak inandırıcı gelmiyor. Üstelik ayrılık sonrası film sıradan bir “yaşlı ve yalnız adam” filmine dönüşüyor. Bol bol klişe barındırıyor.
Arada bir arkadaşı George ile yaptığı konuşmalar sırasında da filme bir şey eklemeyen felsefe muhabbetleri dönmekte. “Güzel kadınlar görünmezler. Güzellik kalkanı içini görmemizi engelliyor” sözü sarfedilsede ilişki de sorunun nedeni güzelde değil, yaşlı da…
Tüm bunlar olurken Profesörün oğlu Kenny devreye giriyor. Kenny sayesinde öğrendiklerimiz de David’in oğluna hiç baba olamadığı oluyor. Ama konuşulan ve sorgulanan evlilik ve aldatma oluveriyor. Hem oğlu, hem de arkadaşının sorunlu evlilikleri ve aldatmalarıyla klişe bir ortayaş bunalımı filmi çıkıyor ortaya. George’un karısının “olduğu gibi davrandığı için onunla gurur duyuyorum” dediği bir dünya profili var önümüzde.
Olduğu gibi davranamayan Kepesh, Consuela’nın sevgilisi David olamıyor bir türlü. Profesör Kepesh olarak davranmaya çalışıyor. Ayrılık sonrası gelen klişe sorgulamalara bir de Kepesh’in sadece cinsellikten ibaret ilişki yaşadığı, uzatmalı ilişkisi de katılıyor. Sonuç olarak ilişki de aslında olgun olan Consuela oluyor. Kepesh’se bağlanmaktan değil, olgunlaşmaktan korkan biri aslında…
Tümüyle bakıldığında filmin iki ismi de son derece anlamsız kalıyor. “Aşkın Peşinde” filmin anlatmak istedikleriyle son derece alakasız kalıyor. Kimse aşkın peşinde koşmuyor zaten. Herkes elindeki aşkı sorguluyor, olgunlaşmayı sorguluyor.
“Dying Animal” yerine “Elegy (Ağıt)” adını filme veren Yönetmen Coixet belli ki 1960 doğumlu olması sebebiyle aynı sancılardan geçiyor. Ama filmini fazlaca kişiselleştirmiş görünüyor. Ortayaş bunalımı klişesi bir yana, filmde kime ve niçin ağıt yaktığı da belli değil zaten. Başından sonuna konu bütünlüğü olmadığı seyircinin yakamadığı ağıdı, birkaç piyano tınısında yakmaya çalışsa da olmuyor, olamıyor…