1978’de henüz 11 yaşında iken oyunculuğa başlayan Mathieu Kassovitz, 1990-92 arasında biri ödüllü 3 kısa filmle başladığı yönetmenlik alıştırmasını, ilk uzun metrajı Métisse (1993) ile Paris Film Festivalinde iki ödül alarak yapmış oldu. 1995 yılında ise “La Haine” ile başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa’yı sallayarak kendini kanıtlarken, saygın yönetmenler kulübü adaylarından biri olarak anılmaya başladı. Dile kolay, siyah-beyaz çektiği filmde, Fransa’nın varoşlarında yaşananların röntgenini çekmiş bir başyapıt ortaya çıkarmıştı, hem de sessiz sedasız. Filmin başta Cannes film festivalinden En İyi Yönetmen dahil 8 ödül alması da bu çıkışın zirve noktası oldu.
Herşeye rağmen Mathieu Kassovitz’i sinemaseverlere hatırlatmak için “Amelie”nin sevgilisini oynayan çocuk demek gerekiyor. “La Haine” sonrası 92’de çektiği kısa filmi “Assassin(s)”i uzun metraja çevirdiği suç draması ile küçük çaplı düşüş yaşayan yönetmenlik kariyeri popüler sinema örnekleri ile devam etti. Yine bir roman uyarlaması olan Kızıl Nehirler ve görece başarısız bulunan korku filmi “Gothika” ile yönetmenliğe 5 yıllık bir ara verdi.
Yönetmenliğe verdiği arada ise usta yönetmenlerin filmlerinde oyuncu olarak bulunma şansı elde etti. Steven Spielberg, Luc Besson ve Costa Govras’ın filmlerinde oynadıktan sonra Kassovitz yönetmenliğe bir roman uyarlaması ile döndü.
Maurice Dantec’in “Babylon Babies” adlı romanını 2002 yılında okuyan Kassovitz “Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film! “ diyerek görüşlerini belirtiyor.
Herkesçe uyarlanamaz damgası yiyen roman konusunda iddalı bir açıklama yapan Kassovitz, “Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor.” diyerek daha en baştan meydan okumasının sonuçlarını da aktarmış oluyor.
Yönetmenin de açıkladığı gibi romanın birebir beyazperdeye aktarımı söz konusu değil. Romanın Kassovitz tarafından yorumlanmış haliyle karşı karşıyayız. Yazarın da bu konuda Son derece açık fikirli olması “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum” demesi daha büyük bir serbestlik sağlamış olsa gerek.
Bir roman uyarlamasından, kitaptan esinlenmeye dönüşen Babil M.S., iyi repliklerle bezeli sağlam bir açılış yapıyor. Kahramanımız Toorop’u kısa zamanda az ve öz olarak tanıtmış oluyor böylece. Ama arkasından gelen jenerik tam tersi şekilde felaket. Rap müzik eşliğinde sokakta isyankar dolaşmak artık çok klişe ve sıradan…
Çok zaman kaybetmeden uzun metne rağmen hemen öykü kuruluyor. İlk anlarda yaşanan aksiyonlardan sonra Toorop, kaçakçı Gorsky’den aldığı iş teklifini değerlendirerek filmin gideceği yolu da açmış oluyor. Gorsky rolünde Gerard Deperdau son derece sevimli duruyor. Söz konusu teklif Moğolistan’daki paketi Amerika’ya getirmek… Bunun için de “Hiçbir şeye karışma ve daima işi bitir. Kimseye güvenme.” sözlerini hayatının kuralı yapan Toorop seçiliyor. Ama ilginçtir; bir helikoptere dev bir mıknatısla arabanın içinde Moğolistan’a gidilebiliyorsa neden aynı yolla paket taşınmıyor anlamak mümkün değil. Daha en başından bu basit mantık hatası ile zarar görmüş oluyor film.
Toorop karşısında bir değil, iki paket buluyor. Adını gökyüzündeki kaostan alan Aurora ve koruyucusu Rahibe Rebeka ile başladıkları uzun yolculukta, çok fazla aksiyon olmasa da Aurora’nın kimliği üzerine merak duygusuyla geçiyor zaman. Her dakika soru işaretleri artıyor paketin önemi hakkında. Herşey çok geçmeden New York’ta aydınlanıyor.
Kassovitz yolculuk boyunca gösterdiklerinden ayrı bir paragraf açmaya soyunmuyor. Yaptığı bu seçimde ona pahalıya patlıyor. Rahibe Rebeka’nın fazla işlenmeyen öyküsü başta olmak üzere atlanmış birçok yan öykü filmi çok daha iyi noktaya getirebilirdi. Yolculuk boyunca geçilen sınırlarda yaşananlar, göçmen sorunları teğet geçiliyor. Aksiyon adına Aurora’nın izlenmeye başladığı sahnelerin sonu da “Yamakasi” benzeri sahnelerden ibaret kalakalıyor. “Bizi baban yolladı” sözü üzerine dallanıp budaklanan öykü yine de Aurora’nın geçmiş hakkında tatmin edici açıklamalarda bulunmadan bitiyor. Oysa açılan bu yan öykü fırsatı filme çok şey katabilirdi. Aurora’nın geçmişi ile ilgili geri dönüş sahneleri filmin mesajını daha anlaşılır kılabilirdi.
Amerika’ya giriş sahnelerinde de filmin sekteye uğruyor. Uçağın üzerindeki dev “Coca-Cola” yazısı başta binaların üzerindeki yazıların göze sokulur tavrı da pes dedirten cinsten. Artık olmazsa olmaz haline gelen film içinde reklam konusunda net bir kuralın gelmesi gerekiyor. Ne de olsa her şeyin bir yolu yordamı var. Bu şekilde göze sokulan reklam hiç de hoş olmuyor.
New York sahnelerinde yönetmenin gelecek hakkında “Blade Runner”dan faydalandığı açıkça ortada. Zaten söyleşilerinde de bunu “Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder…” sözleriyle dile getiriyor.
Buluşma anı ve paketin teslimindeki aksiyonda pek tatmin edici olamıyor. Sonrasıysa filmin o ana kadarki dağınıklığı sebebiyle dağılıp gidiyor zaten. Ucu açık finalle topu seyirciye atan Kassovitz’in, kurgunun son halinden sonra filme sahip çıkmamasının sebepleri de belli oluyor böylece. Film bittiğinde net şekilde görülen filmin süresinin kısa oluşu. Belli ki yönetmenin aklındaki filmde bu değil. O halde bizi yakın gelecekte bir “Yönetmenin Kurgusu” versiyonu bekliyor…
“Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük.” dese de, Kassovitz yüzeyin altındakileri gösteremeyerek, filmin önünü tıkıyor…