İngiltere’nin Dünya Sinemasına armağan ettiği hümanist siyasi sinema üstadı Ken Loach kamerasını yeniden günümüze ve kapitalizmin ezdiği işçilere çeviriyor.
Geçtiğimiz Nisan ayında İstanbul Film Festivalinde gösterilen film, Venedik film Festivalinde de 3 ödül alarak dikkatleri çekmişti. Yönetmenin başyapıtı “Carla’s Song”tan bu yana birlikte çalıştığı Paul Laverty imzalı senaryosu yine her zamanki gibi toplumsal mesajlarla dolu. Ama bu kez bir parça “Yurttaş Kane” soslu bir öykü olarak göze çarpıyor.
İş arkadaşlarından gördüğü cinsel taciz sonrası işi bırakan, oğlu ile bir başına kalan dul Angie bir arkadaşı ile kurduğu “Angie & Rose İş Bulma Ajansı” ile logosunda olduğu gibi “gökkuşağı”nı hayatında görmek istiyor. Biraz yorgun, biraz küskün giriştiği yeni işinde yasal olmadan bir süre devam etme isteği ile başlanan iş kısa sürede başarı öyküsüne dönüşüyor.
Ken Loach’un işçilerin değil de, işverenin gözünden anlattığı öyküde her dakika gördüğü Angie ile kurduğu yakınlık sonlara doğru filmin en iyi anlarını sağlıyor adeta…
Angie ile birlikte gezdiğimiz İngiltere’de, kapitalizmin beşiğinde göçmen sorunlarına tanık oluyoruz. Angie’nin önceleri gösterdiği duyarlılığı da alkışlıyoruz elbette… Ama kazın ayağı öyle değil. İşindeki kazancın etkisi ile kısa sürede motordan 4x4’e geçiş yapan Angie sonunda kendinden aşağıdakini ezmeye çalıştığında korumaya çalıştığı şeyi kaybetme tehlikesi ile karşılaşıyor.
Babası ile yaptığı konuşmalardaki mesajları ve söylemleri ile öne çıkan film; “Bu işten patronlar ve efendiler dışında hiç kimse bir çıkar sağlamıyor” cümlesiyle giriştiği eleştirilerini çok fazla da dile getirmiyor. Parkta geçen bu konuşma da zaten dünya üzerindeki iş sorununa kısa ama öz değiniliyor. “Kendi ülkesinde doktor, öğretmen, hemşire olanlar buraya gelip garsonluk yapıyorlar. Bunun kime faydası var?” sorusu da filmin ana mesajlarından biri olarak öne çıkıyor.
Angie’nin babasına yaptığı açıklama da kuşaklar arasındaki değişimi yansıtıyor izleyiciye… “Sen 30 yıldır aynı işte çalışıyorsun, oysa ben 30’dan fazla işte çalıştım”
“İş vaadiyle kandırılanlar, işte üçüncü dünya İngiltere’si” cümlesiyle gösterdiği fotoğrafla başlayan sahnelerle birlikte başlayan Angie’nin yükselişi sırasında vicdanının yaşadığı düşüş, belli bir süre sonra kendinden başka hiç kimseyi umursamayan, ezilen kişi olmaktan ezen kişi olmaya terfi etmesini kısa ve öz anlatıyor Loach.
Angie dışındaki hiçbir karakter neredeyse hiç tanıtılmıyor, fazla değinilmiyor. Bu sayede topluluk olarak resmedilen ezilen sınıf olarak kalıyorlar. Karavan parkları, metruk binalar gibi göçmenlerin saklandıkları yerleri seyircisine göstermeyi yeğlemiş Loach…
Seyircinin sevdiği Angie’nin kendi saflarını değiştirmesi de bu noktadan sonra filmin zirvesini oluşturuyor. Toplumsal filmleriyle tanınan yönetmenin yasadışı göçmen işçiler sorununu alışık olduğumuz şekilde işçilerin değil, işverenlerin gözünden anlatması da takdire şayan hale geliyor.
Yurtdışından kaçak gelen insanların işçi olması halinde daha fazla para kazanacağını öğrendiğinde bir seferlik saptığı yolda çıkışsız kalan Angie’nin paralarını alamayan işçilerin tarafını tutmaması da başına bambaşka bir dert açıyor. Kar maskeli işçilerin Angie’nin evinde yaşattıkları gerilim, oğluna yönelik tehditleri de filmin zirvesi oluyor…
Oyuncu konusunda tanınmamış yüzleri tercih eden yönetmen başkarakter “Angie” rolünü teslim ettiği 1978 doğumlu genç oyuncu Kierston Wareing henüz ilk rolünde harika bir performans çıkarıyor. Diğer oyuncularında tanınmamış yüzler olması, yönetmenin yaratmak istediği atmosfere yardımcı oluyor.
Adeta belgesel havasında geçen film, ezilen işçilerin durumunu anlatırken, patron ve efendilere değinmese de, başkarakterini seyircinin gözünde kahraman haline getirmeden yaşadığı yükselişte ezilenden ezene, avdan avcıya dönüşmesi üzerinden bir belge ortaya koyuyor…
* Sinemalife dergisinin Ağustos 2008 sayısında yayınlanmıştır.