1969 yılında “Oh! What a Lovely War” adlı müzikalle yönetmenliğe başlayan ve ilk filmindeki başarısını “Golden Globe” ile süsleyen çok yönlü kişilik (Aynı zamanda Prodüktör ve Yönetmenliğinden önce aktör) Richard Attenborough, çok fazla film yönetmese de sürekli ilgi odağı olan, merak uyandıran bir yönetmen olarak duyurmuştu şanını.
1972’de ikinci filminde yakaladığı 3 oscar adaylığı ile herkese epik film konusundaki başarısını da göstermişti. Dev oyuncu kadrosuna sahip savaş filmi “A Bridge Too Far”da bir romanı birkaç adım ileriye götüren bir öngörüye sahip olduğunu da göstermişti. 1982’de çektiği “Gandhi” ile adını ölümsüzler arasına yazdırmakta gecikmedi. 8 Oscar’lı bu klasiği izleyen 85 yapımı müzikal “A chorus line” da, 87 yapımı biyografik film “Cry Freedom”da da ve ilginçtir 1992’de sinemasal bir efsaneyi mükemmel anlattığı Chaplin’de akademinin ilgisini çekmeye devam etmiş, hepsinde de 3’er dalda Oscar adaylığı yakalamış ama hiçbirini alamamıştı.
Bizde "Gölge Topraklar" adıyla bilinen 93 yapımı “Shadowlands”de de orta yaşlı bir çifti anlatmış, hem sevdirmiş hem de 2 oscar adaylığı daha eklemişti kariyerine. Ünlü yazar Ernest Hemingway’in öyküsünü savaş sosu ile işlediği “In law and War” düşüşünün ilk adımlarından biri oldu. 1996 yapımı film yönetmenin istediği etkiyi yaratmadı.
1999’da yine biyografik bir filme soyunan Attenborough, “Grey Owl” ile kariyerinin en kötü işine imza atmış görünüyordu.
Biyografi, epik ve savaş filmlerinin usta uygulayıcısı Richard Attenborough 8 yıllık aradan sonra kayıp bir yüzüğün peşine düştü. Adı sanı duyulmamış Peter Woodward’ın senaryosu ile giriştiği bu yeni film, özellikle anlatmakta başarılı olduğu tarza ait olduğu için sinefillerce merakla beklenmesi de gayet doğal.
Beklendiği üzere geçmişle gelecek arasında gidip geldiğimiz, 1951 ile 1991 arasında mekik dokuduğumuz bir film “Kayıp Yüzük” Temeline çok geçmeden yerleştirdiği savaş sırasında tutkulu çiftler öyküsüne biraz ara vererek, bir cenazeye götürüp seyirciyi meraklandırmayı deniyor.
Ama zayıf senaryo sayesinde her şey daha ilk baştan adım adım belli oluyor. Cesur olmak başta olmak üzere epik savaş duygularına pek fazla değinmeden, savaş sırasında üç erkek ve bir kadın arasına yerleştiriyor kamerasını Attenborough. Ama onca filmin ustalığına yakışmayacak şekilde her şey çok fazla açık ediyor.
Teddy ve Ethel Ann birbirlerine aşıklar. Arkadaşları da Chuck ve Jack. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu arkadaş grubu, aşk devreye girdiğinde birbirinden kopuyor. Üç pilot son görevlerine gitmeden önce aralarında saçma bir konuşma geçiyor. Teddy yarın evleneceğiz ama ya dönmezsem diyerek, Ethel’i kime emanet edeceğini, kimin göz kulak olması gerektiğini belirliyor kendince. Oybirliğiyle Chuck olmasına karar veriliyor.
Günümüze geldiğimizde cenazesini gördüğümüz Chuck olduğuna göre, hala neden filmi izlememiz gerektiği konusuna bu andan itibaren cevap bulamayacağımız sıkıntılı anlar da başlamış oluyor. Belfast’ta bir adamın kazdığı enkazdan çıkan yüzük, sözüm ona her şeyi başlatıyor. Tüm sırlar açığa çıkıyor.
Günümüz Belfast’ında bir terör olayı yaratılıyor hemencecik. Ama oldukça saçma ve filmle alakasız şekilde yaratılmıştı inandırıcılığını kaybediyor. Yüzüğü bulan Jimmy’de sürekli gülen yüzü ile bu filmde ne işi var dedirtiyor.
Chuck ölmüş, Teddy yıllar önce ölmüş. E o zaman dünyanın öbür ucunda bulunan yüzük kimi niye ilgilendirsin? Buna bir türlü cevap veremeyen ekip, araya kalan tek karakteri karıştırıyor çaresizce. Jack yaşayan tek kişi olarak acaba emaneti devralacak mı gibi bir komikliğe gidiyor.
“Eşiniz iyi bir adamdı” sorusuna “Evet”, “Onu çok sevmiş olmalısınız” sorusuna ise “Hayır” cevabını veren Ethel Ann’in yaşamı da beklendiği gibi çıkmıyor. Daha ilk baştan Teddy ile aşklarının büyüklüğüne ikna olmayan seyirciyi, yitirdiğinde yıkılmış olabileceğine de inandıramıyor elbette. Aradan geçen yıllar sanki herkesin duygularını köreltmiş.
Her şey bir yana, nasıl olduğuna akıl erdirilmeyen Marie de annesi Ethel Ann’in geçmişini duyduğunda şaşırıyor ama nafile, zayıf çizilmiş yan karakterler duvarına tosluyor. Hikayenin daha hangi zamanda daha iyi işleneceğine karar verilmemiş olduğu için, kimi daha fazla işleyeceğine karar veremeyen “Kayıp Yüzük”, belli bir noktadan sonra bunun altından iyi bir şey çıkmazsa korkusuyla baş başa bırakıyor izleyicisini.
Finalden bahsetmek de ayrı bir komedi olacak. Arada garip şekilde ortaya çıkan terör olayı destekli final sahnesi oldukça yavan kalıyor. Finalde yüzüğün temsil ettiği şey ise fazlasıyla saçma kalarak, o ana kadar izlenen, farkında olunan hiçbir şeyi doğrulamıyor, anlamlandırmıyor ve şaşırtmıyor.
Çektiği her filmde karakter anlatımındaki başarısını kanıtlamış bir isim olan Yönetmen Richard Attenborough, bu kez albenisi olmayan bir öykünün ve hiçbir sembolü olmayan bir yüzüğün peşinden giderek kariyerinin en kötü filmine imza atıyor…