Kahramanlar vardır… süper kahramanlar vardır… ve bir de Hancock vardır. Büyük güçle birlikte büyük sorumluluklar da gelir -bunu herkes bilir- tabi Hancock dışında herkes. Sinirli, uyuşmaz, alaycı ve yanlış anlaşılan Hancock.
İyi niyetli kahramanlar işlerini yapıp sayısız insanı kurtarabilirler, ama her zaman arkalarında insanı hayrete düşürecek kadar hasar bırakırlar. Halk artık bu durumdan usanmıştır. Yerel kahramanlarına minnettar olmakla birlike, Los Angeles’in iyi vatandaşları bu adamı haketmek için ne yaptıklarını merak ederler. Kimseyi umursamayan Hancock, her şeyi lehine çevirmek için hayatını kurtardığı Halkla İlişkiler uzmanı ile giriştiği ortaklığa bel bağlar.
Yakın zamanda gösterime girmiş “My super ex-girlfriend” (Eski Süper Sevgilim) ile benzer yapıda olduğunu tahmin eden seyirci için güzel bir seyirlik edasında başlayan ilk yarısı boyunca da bunu başaran bir film Hancock. Süper kahramanların görmediğiniz yüzleri, doğal halleri şeklinde kurulan yapı elbette komedi konusunda hayli otomatik fikirleri beraberinde getiriyor. Çok yaratıcı olmaya da gerek yok. “Eski Süper Sevgilim”in açtığı yoldan rahatça gidiliyor ilk başlarda. Hancock kimseyi takmayan, kendi derdinde olan, ayyaş bir süper kahraman portresini de başarı ile çiziyor zaten. Halka İlişkiler Uzmanı Ray karakterinin de iyi çizilmesiyle ilk yarı boyunca keyifle izlenen bir film yaratılmış oluyor.
Daha ilk sahneden çocuklarla bile kavgalı, elinde şişe bankta yatan süper kahramanı görerek yıkık olduğuna şahit olduğumuz Hancock ilk olarak küçük bir velet “asshole” sözünü duyarak başlıyor maceralarına. Bu sahnenin yardımıyla yıkılmış dökülmüş bu kahramanı izleyip bolca güleceğimiz izlenimine kapılmakla, heyecan sosuyla albenisini yükseltmiş oluyor. Sahnelerle eski süper sevgilim benzeri bir süper kahraman parodisi de özlenen bir tad olarak ön plana çıkıyor. Ama özlenen olarak kalacağını ufak ufak da hissettiriyor film.
İlk yarı boyunca hayli parlak sahnelerle karşılaşmak da olası… Sinirlendiği insanların kafasını sokmak istediği yerle ilgili diyaloglar hem komik, hem de bir iki tekrardan sonra gerçekleşmesi hayli eğlenceli. Bir süper kahramanın doğal hallerinin yaratacağı eğlence konusunda güzel detaylar mevcut. Son Halloween filmindeki küçük Michael Myers’ı canladırdan oyuncunun, yine Michael adı ile sorun çıkaran çocuk olması, Hancock’un onu havaya fırlatması da oldukça hoş bir detay.
Halka İlişkiler uzmanı Ray üzerine o kadar odaklandıktan sonra, bir anda elinin tersiyle itip, Hancock üzerine bir aşk filmine dönüşmesi tam bir komedi ve beceriksizlik örneği.
İlk senaryonun, süper kahramanların beceriksizliği üzerine olması kesinlikle doğru bir tercihmiş. Ama sonrası tam bir felaket oluyor. Bu kadar öykü örüldükten sonra onu elinin tersiyle itmiş olmak, filmin tüm etkisini zayıflatıyor. Bu anlamda da hayli saçma ve uyumsuz, inandırıcılıktan uzak (sözde) bir çiftin üzerine yaratılmaya çalışan bir mitle gitmeye çalışmak da çıkmaz bir yola girmekle aynı oluyor.
Bir anda ortaya çıkan, ucu 80 yıl önceki ırk ayrımına kadar giden, hayli basit ve inandırıcılıktan uzak aşk öyküsü devreye girdiğinde filmin tüm dokusu da ölmüş oluyor. Adeta izleyicide aradan sonra başka filme mi girdim acaba sorgusu yaratan bu ayrım tüm eğlenceyi de alıp götürüyor. Büyük aşk öyküsü yaratma uğraşında bir sürü klişe de kullanılıyor. Hafıza kaybı başta olmak üzere, bol sulu adeta yağmur soslu “birlikte güçsüzüz, ayrıyken ölümsüzüz” yargılı sahne ise her şeyin berbat edildiği bir final yaparak biten bir süper kahraman filmi oluveriyor Hancock.
Oysa yönetmen Peter Berg, eline aldığı senaryoyu ince işleyerek güzel bir final yapma konusundaki referansını 1998 tarihli ilk filmi “Very Bad Things” ile vermişti. Senaryosunu da yazdığı kara filmle hatırı sayılır bir ilgi çekmişti. Bu kez ipleri neden eline almamış anlamak zor doğrusu.
Garip bir senarist ikilisinin imzasına çıkıyor fatura elbette. Senaristlik konusunda pek tecrübesi olmayan Vincent Ngo, henüz ikinci uzun metraj senaryosuna imza atmış genç bir isim. Vince Gilligan ise kült dizi “The X Files”a 30 bölüm yazarak rüştünü ispatlamış bir isim. Genelde tv dizileri ağırlıklı çalışan Gilligan bu garip senaryonun sorumlusu olarak öne çıkıyor.
Will Smith son dönemde özellikle “I Robot”dan itibaren afişinde tek başına yer aldığı filmler serisine hızla devam ediyor. I Am Legend’dan sonra üçüncü kez afişin tamamını süslüyerek dünyayı kurtarmaya soyunuyor. “Bad Boys” filmi başta olmak üzere komedi ile aksiyon birleşimi filmlerdeki başarısı herkesçe bilinen Smith, burada da üzerine düşeni yapıyor elbette.
Yönetmen Berg’in Kingdom’dan sonra ikinci kez çalıştığı Jason Bateman da senaryonun izin verdiği ölçüde elinden geleni yapıyor. Will Smith ile yaratılmak istenen ölümsüz aşk mitinin kahramanı konumundaki Charlize Theron ise tam bir facia. Hiçbir inandırıcılığı olamıyor. Siyah adamla, beyaz kadının klişe aşkı hiç inandırıcı olamıyor. Daha ilk karşılaştıkları sahneden itibaren Theron’un sürekli tedirgin bakışlarına yapılan yakın plan çekimleri ise tam bir komediye dönüşüveriyor. Yani tipik bir senaryo kötüyse oyuncular ne yapsın durumu hakim filmde genel olarak.
Aslında bütününe bakıldığında gereksiz bir başlangıçta girilen ilk yarı ayrı bir film, ikinci yarı ise ayrı bir film oluveriyor, Charlize Theron’un Hancock’u ilk gördüğü sahnede yüzündeki endişe, filmin sonunda izleyenin yüzünde oluşuyor…