Dahi yönetmen Danny Boyle beş sene önce “28 Gün Sonra”yı çektiğinde çok konuşulmuştu. Virüs kapar kapmaz başkalaşan ve ölümüne saldırganlaşan Londra şehri gerçekten de korkutucuydu. Alışılmış zombi filmlerinde görülenin aksine bu virüslü, ölü mü canlı mı olduğu belirsiz yaratıkların müthiş deparları akıllara kazınmıştı. Sık sık filmin bir “modern zombi filmi” olduğu iddia edilse de, yönetmen -haklı olarak- ısrarla reddetti bunu. Aynı sene İspanya’nın bağrından şahane bir gerilim daha çıkmıştı: İntacto (Bahis). Söz konusu gerilim filmi gayet orijinal ve etkileyiciydi. (izleyenler masa başı sahnesini ve ünlü orman koşusunu hatırlayacaklardır.)
İşte bu filmin yönetmeni Juan Carlos Fresnadillo, o zamandan Danny Boyle’ın dikkatini çekebilmişti. Beş yıl sonra bir nevi devam filmi olan “28 Hafta Sonra” gündeme gelince yapımcı olmayı tercih eden Boyle, yönetmen koltuğunu Fresnadillo’ya bırakmakta sakınca görmedi. Ayırca yönetmene de tam bir özgürlük sağladı.
Bu şartlar altında başa gelen Fresnadillo, ekibiyle senaryoyu hazırladı. Film, ilk filmden sonra boşalan Londra’nın virüslerden temizlenmesiyle ve tekrar yerleşime açılmasıyla başlıyor. İlk filmde parçalanmış bir ailenin “yeniden bir araya gelmesini” ise merkeze koyuyor. Bu haliyle, hem hikaye kaldığı yerden devam ediyor, hem de kendi başına bir film olabilme imkanına kavuşuyor. Virüsün tekrar yayılması, virüs taşıyıcısı annenin kocasına bulaştırmasıyla oluyor. Bu noktada hikayenin bir anlamda çıkış noktası olan kavramla tanışıyoruz: Taşıyıcılık. Demek ki virüsün etkilemediği insanlar da varmış. Daha sonra güvenlik önlemlerine boğulmuş şehirde salgın tekrar baş gösteriyor.
İnsan sinema koltuğuna oturduğunda, nasıl bir filme geldiğinin bilinciyle gerilmeye hazır oluyor. Ama ne yaparsa yapsın, aniden fırlayan kollara, kafalara ve bunlara eşlik eden birden hortlayan seslere savunmasız kalıyor. Bu “Bööh!” diye korkutma şeklini hiç sevmeyen benim için filmin başları zordu. Mesela şakacı asker, bizim pilotu korkutmak için yerinden fırlayıp adamın yüzüne çemkirdiği iki seferde de beni korkutmayı başardı. Aynı şey zombilerin eve saldırmasında da oldu. Şahsen ben olsam, zombiyi birden perdeye fırlatacağıma geriden koşturup 2-3 saniye bizlere görünmesini ve bizim bu kısa süre zarfında hem ne ile karşılaşacağımızı bilip hem de başımıza gelecekleri görerek gerim gerim gerilmemizi sağlardım. Böylece neye korktuğumu bile bilmeden yerimde zıplamak yerine adrenalini hissede hissede yaşardım o anı. Ama yönetmenin tercihidir, saygı duyarım. Allahtan bu böyle sürüp gitmedi.
Filmin ilerlerinde ise bilinmeyenin, görülmeyenin ve duyulmayanın gizemiyle bizi sararak heyecanı tırmandırmayı bilmiş. Önce virüsün yayılmasıyla yaratılan kaos ortamı vuruyor bizi. Kontrolü kaybeden yönetim -ki dikkatinizi çekerim yönetim dediğim asker, hem de ABD askeri!- “Hepsini vurun” emri ile virüslü-temiz seçmeden hepsini katletmeye girişiyor. Belli ki daha en baştan gözden çıkarılmış o birkaç yüz kişi. (Kırmızı Kod!) Zaten şehre yerleşirken sık sık gösterilen keskin nişancılar, her yerde devriye gezen askerler bizi (yani halkı) rahatsız ediyor. Güvenlik adı altında bu yapılanlar özgürlüğe darbeler vuruyor. Sorgulanmak istenen şu: Güvenle yaşamak için daha ne kadar özgürlüğümüzden feragat edeceğiz?
Bahsettiğim gizemli gerilim bundan sonra kendini iyice belli ediyor. Önce bir grup insanla karanlık, ıssız Londra gecesinde dolaşıyoruz. Kadrajlar şahane. Karanlık içimize işledikten sonra yangın bombaları caddelere sokaklara doluyor. İnsan gözünü ayıramıyor perdeden. Akabinde helikopter sahnesi ile görsellik zirve yapıyor. Müthiş, hep hatırlanacak bir sahne olmuş. Yine ardından bize pek de yabancı gelmeyen gece görüşlü dürbünle yürüme sahnesi gerilimi tavana vurduruyor.
Oyunculardan bahsedersek, başrollerdeki Robert Carlyle (Trainspotting’in psikopatı) etkileyici. Bir yönden daha önemli, karşımıza önce bir baba sonra da virüslü bir zombi olarak çıkıyor. İlk filmde yapılmayanı bu filmde görüyoruz. Bazı anlarda zombinin (Carlyle’in karakteri Don) gözünden de etrafı izlemiş oluyoruz, ki iyi bir fikir bence. Ayrıca Alex’i oynayan küçük oyuncu da gayet iyi.
Sonuç olarak yönetmen ve ekibi gayet dengeli bir film ortaya çıkarmışlar. Yeterli senaryo, güzel sahneler, farklı bir yönetim. İlkinin yanında hoş duran bir ikinci film olmuş. Tüm bunlardan sonra film çok da karanlık olmayan bir sonuca ulaşıyor. Taşıyıcı annenin muhtemelen taşıyıcı oğlu ve ablası kurtarılıyor. Bir umut bizi sarmalıyor. Ta ki son bir dakikaya kadar… O halde, 28 ay sonra Paris’te görüşmek üzere!