2017 Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü alan Beden ve Ruh (On Body and Soul veya orijinal adıyla A Teströl és Lélekröl) İstanbul Film Festivali'nde gösterildikten sonra sinemalarda da gösterilmeye başlandı. Örneğin Oasis gibi filmlerde gördüğümüz sorunlu iki kişinin aşk hikayesi bu filmde de işleniyor. Ama gerek mezbahada geçmesi, gerek müthiş çekimleri ve detaylarıyla farklı bir yerde. İzleyenler belki sorunlu iki kişi değil, bir kişinin varolduğunu iddia edebilir ama bence ikisinin de sorunları farklıydı, yazının ilerleyen kısımlarında değinmeye çalışacağım.
Kısaca konudan bahsetmek gerekirse, Budapeşte'de bir kesimhanede çalışan iki insanın, tuhaf olaylar sonucu ortaya çıkan çok çok tuhaf bağlarını anlatan romantik bir hikaye konu ediliyor denebilir. Mezbahanın en yetkili isimlerinden, orta yaşlı finans direktörü Endre ile doğum iznine çıkan bir çalışanın yerine mecburen işe alınan kalite kontrol uzmanı Mária'nın her gece aynı rüyaları gördüklerinin ortaya çıkmasıyla ikili arasında bir yakınlaşma başlar. Elbette rüyalarla gerçek hayat aynı değildir ve kendilerini iki geyik olarak gören, her geçen rüyada giderek birbirlerine yakınlaşan iki kişinin gerçek bir aşk yaşamalarının garantisi yoktur.
-- YAZININ BU KISMI FİLMLE İLGİLİ İPUÇLARI İÇERİR (SPOILER) --
Hikayenin ana kişisi bence Mária, ama önce Endre'den de biraz bahsetmek gerekir. Sol kolunu kullanamasa da eli yüzü düzgün bir karakter olan Endre boşanmış, uzun süredir de kadınlardan uzak duran bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Sorunlu tarafı şu, fiziksel dürtülerine engel olmakta zorlansa da bunları bastırmaya çalışıyor, kadın iş arkadaşlarını, hatta şirkete gelen psikologu cinsel açıdan arzulasa da hiçbir girişimde bulunmadan, münzevi bir hayat sürdürüyor.
Mária karakteri ilk başta bu nedenle çekici bulduğu bir karakter, üstelik aynı rüyaları görme konusu onu da heyecanlandırıyor, kim istemez ki -varsa şayet- ruh ikizini böyle bir tesadüf sonucunda şıp diye bulmuş olmayı? Ama gerçek hayatın rüyalarla yönlendirilemeyecek kadar farklı olduğunu bilecek kadar da bilinçli ve güngörmüş biri. Mária ise, sadece Alexandra Borbély'nin çok başarılı oyunculuğuyla değil, pasif karakterine rağmen hikayeye yön veren kişi olmasıyla da ana kahraman olarak adlandırılmayı hak ediyor. Bence iyi kurgulanmış bir karakter, çocukluğundan beri obsesif kompülsif bozuklukla mücadele eden, ama yetişkin bir kadın olmasına rağmen hala aynı çocuk psikiyatrını gören, hiçbir sosyal hayatı olmadığı için cep telefonu taşıma ihtiyacı bile duymayan, çok çok zeki ve dürüst ancak yalnız, insanlarla konuşamadığı gibi el sıkışmak dışında en küçük fiziksel teması bile kuramayan, anladığımız kadarıyla hiçbir cinsel deneyimi olmayan, şirketteki ilk gününden itibaren etrafındaki herkesin uzak durduğu ve alay ettiği genç bir kadın o da.
Endre hiç şüphesiz ki Mária'dan ilk görüşte hoşlanıyor, ancak gitmek istediği nokta çok belirgin değil sanki. Sadece kadınlara genel olarak belli bir mesafeden fazla yaklaşmamaya çalıştığını anlıyoruz, çünkü her ne kadar sakat kolu ve ilerlemiş yaşı somut gerçekler olsa da kadınların yanında olmak istediği bir karakter olduğu bence belli. Yine de Sándor genç kadına asılınca ne konuştuklarını bile tam bilmeden onu uyarma ihtiyacı hissetmesi, büsbütün ilgisiz olmadığının kanıtı gibi. Mária daha net bir şekilde bu "arkadaşlığı" ileri götürmek istiyor, ancak yeterince tecrübesi yok insan ilişkileri konusunda. Ne yapacağını bilemiyor, tek yapabildiği karşı tarafın kararlarını sessizce kabullenmek, ne kadar istese de içinde kopan fırtınayı karşıdakine itiraf edebilmek için karşı tarafın önce gardını indirmesini bekliyor.
Sándor demişken insan doğasının son derece standart bir özelliğinin filmde biraz işlendiğini belirtmekte fayda görüyorum. Kendine güvenen, sürekli kadın peşinde koşan ve bunu hiç saklamayan bir diğer yeni çalışan Sándor, Endre ve insan kaynakları müdürü Jenö'nün pek sempati duyduğu bir tip değil daha ilk günden. Şirketteki hırsızlık olayında ikisinin de günah keçisi o oluyor derhal. Aslında asıl suçlu olan İK müdürü, Endre'yi de şüpheleri doğrultusunda manipüle ederek suçlunun Sándor olduğuna ikna etmeye çalışırken pek zorlanmıyor, Endre ona inanmaya dünden razı. Belki de İK'cılığın şanındandır insan yönlendirmek, bilemiyorum. Öte yandan Endre'nin asıl suçlu ortaya çıktığında Sándor'dan samimi bir şekilde özür dilemesi takdire şayandı.
Bilmiyorum siz hiç hoşlandığınız insanla yeniden karşılaştığınızda hangi konuşmaları yapacağınızı önceden planladınız, kafanızda konuşmanın gelişimine göre sözler hazırladınız mı, ben çok yaptım bunu. Tıpkı Mária gibi beklemediğim yanıtlar karşısında da afallayıp kalmışımdır. Bu beni obsesif yapar mı bilemiyorum, ama o kadar büyük bir özdeşlik noktasıydı ki Mária'nın evde önce tuzluklarla, sonra küçük oyuncaklarla gerçekleştirdiği hayali diyalog sahnelerini tek kelimeyle olağanüstü buldum. Genç kadın, insanları o kadar tanımıyor ki, her şeyin rüyadaki kadar kolay olmasını istiyor ve bekliyor, bunun için kendi çapında planlar, hazırlıklar yapıyor. Keşke hepimiz geyikler gibi sadece dürtüleriyle hareket edebilen kişiler olabilsek... Ama ne hazırladığı sözler, ne kendini çekici gösterme çabaları yerini bulabiliyor, buralarda sergilediği acemilikler insanı tebessüm ettirmeyecek gibi değil. Ama filmin iyimser tarafı bence mutlu olan sonunda kendini gösteriyor, birbirini gerçekten seven iki kişi, bütün farklılıklara rağmen buluşabiliyor, bir araya gelebiliyor bu filmde.
Mária'nın Endre'den farklı nedenlerden kaynaklanan, -hem dışarıdan, hem de içeriden- münzevi hayatı, bu rüyalar ve rüyaların gerçekten bir karşılığını bulabileceği düşüncesiyle tamamen değişiyor. Kendini bir yetişkin gibi tanımaya çalışıyor ve tecrübesizliğinin de açık etkisiyle kolayca aşık oluveriyor. Yine aynı tecrübesizlikle başka birinin favorisi olan aşk şarkısını kendi aşkının ulusal marşı ilan edip, yaşadığı ilk hayal kırıklığıyla hayatını sonlandırmaya karar verebiliyor. Biz izleyicilerin içten içe umduğu "karşılık", kadının umutsuzca beklediği telefon Hollywoodvari bir şekilde son anda geldiğinde bu bile rahatsız edici olmuyor. Sol kolu aksak adamla ancak kestiği sol bileğinden kanlar akar vaziyette telefonla konuşurken aynı frekansa gelebiliyor belki de. Yaralı beden ve bilinçleri, rüyalarının ağırlıksız mükemmelliğinde buluşan ruhlarının yaşadığı mutluluğun çok azını gerçek hayata taşıyabilmek için bile büyük fedakarlıklar yapmak zorunda kalıyor, özellikle de Mária. Bileğinden süzülerek giden kan, kesilen bir sığırın kanı gibi bilinçsiz bir bedenin son hayat kırıntısını silip atmıyor, ona adeta bedeninin içinin boş olmadığını hatırlatarak hayata daha önce olmadığı şekilde tutunması için bir sebep veriyor.
Filmin devamını izleyebilsek, sonrasında neler yaşanabileceğiyle ilgili birçok spekülasyon yürütebiliriz. Ama ortada çok net bir "karşıdakini olduğu gibi kabullenme" olduğunu son sahnede de görebilmek mümkün. Mária geceden sabaha takıntılarında kurtulmayacak, ekmek kırıntılarını toplamaya devam edecek ama bunun bir önemi olmayacak belki de. Hiçbir aşkın buluşan ruhlarla tamamlanamayacağını, bedenlerin de birleşmesi gerektiğini bazen rahatsız eden, ama çokça naif bir dille anlattığını düşünüyorum filmin temelde. Ama buradaki aşk ne kadar "bilinçli" bir aşk, bu son derece tartışmaya açık bir konu olarak kaldı benim gözümde.
-- SPOILER SONU --
Filmdeki çekim detaylarının harika olduğunu söylemiştim, özellikle 2 yeri naçizane çok beğendim. Biri elbette ki muhteşem bir kış atmosferinde yapıldığı belli olan rüya sahneleri, harika bir ormanda bir erkek, bir dişi geyiğin hayatlarındaki önemli aşamaları adeta doğa belgeseli izler gibi görebiliyorsunuz. Diğeri ise psikologun Endre ve Mária ile görüştüğü sahneler. Kadınlardan uzak duran, ne var ki içgüdülerine ancak belli bir yere kadar söz geçirebilen Endre, karşısındaki çekici psikologu alıcı gözle izlemekten kendini alamıyor, ancak -belki de kendi vicdanına karşı kendini aklamak, kadınlardan neden uzak durması gerektiğini yeniden kendine hatırlatmak adına- bunu hemen itiraf ediyor ve muhtemelen lüzumsuz bir açıklama girişimiyle kendini rezil adeta ediyor. Sonra gelen Mária ise, olanca takıntılarıyla kadının tüm mimiklerini, kalemiyle oynamasını, elbisesini düzeltmesini, normalde çok azımızın biriyle oturup konuşurken dikkat edebildiği detayları görüyor, görmeden edemiyor, bir kamera gibi kaydediyor. Bu iki kişinin benzer bir noktaya -yalnızlığa, umutsuzca bir sevgili arayan yalnızlığa- ne kadar farklı yollardan ulaşarak gelip buluştuklarını çok başarılı anlattığını düşünüyorum o sahnenin.
Ama şunu mutlaka belirtmek lazım, yönetmen Ildikó Enyedi, filmin ana mekanı olarak seçtiği mezbahanın tüm rahatsız edici arka planını sonuna dek kullanmaktan geri kalmıyor, bu yüzden kan ve kesim görüntülerinden rahatsız olanlar bu filmi izlemeden önce bu konuda hazırlıklı olsunlar derim. Hani filmlerin sonunda "bu filmin çekimlerinde hiçbir hayvana zarar verilmemiştir" yazar ya, bu filmde bunu diyemiyorlar haliyle. Onun yerine "bu filmin çekimlerinde hayranlara zarar verilmiştir, ancak hepsi, mezbahanın günlük rutini çerçevesinde gerçekleşmiştir" anlamında, daha önce benzerine rastlamadığım bir not bulunuyordu. Ama -et yiyenler için söylüyorum- hepimizin hayatının bir gerçeğini tüm çıplaklığıyla görmekten kaçmak bana ikiyüzlülük gibi geliyor. Öte yandan vegan, vejeteryen veya kan görmeye dayanamayan biri olsanız bile bu tuhaf ama yine de herkesin kendi platonik aşklarıyla bağlantı kurabileceği hikayeden doğan bu festival filmini -her ne kadar ruh ikizliği kavramına dayalı aşklara aşırı derecede değer verip birlikteliğin ön koşulu olarak gören bir kişi olmasam da- gayet izlenebilir bir yapım olarak not etmem gerektiğini düşünüyorum.
8/10