1974 yılı giderek korku türü için milad haline gelmeye başladı. Tobe Hooper’in bizleri yamyam bir aile ile tanıştırdığı Gore filmi “The Texas Chainsaw Massacre” örnek alınan öncü film haline gelmiş durumda artık. Türlü kesici aletle kucağına gelmiş kurbanını kesip doğrayan ailelerin kan bağı sürekli olarak bu filme gidiyor. Sebepleri farklı olsa da aile bireylerinin sonuçları genelde aynı kapıya çıkıyor. Oysa Hooper’in bizleri tanıştırdığı aile sadece öldürüyordu. Herhangi bir sebebe ihtiyaç duymayan Hooper’in filminin gücü, şimdiki örnekleri gibi kesip doğrama, izleyicinin midesi ile mücadele etmesini sağlayan vahşet görüntüleri değil, atmosferiydi. Halen aynı atmosferi yakalayan bir örnekle karşılaşmış değiliz ama, Texas’taki ailenin daha kalabalık nüfuslu benzerleri sürekli karşımıza geliyor.
“Sınır(da)” da öncüsünün izinden gidenlerden biri. Ama bu kez bazı farklılıkları da mevcut… Bolca politik söylemde bulunan, filmini de 2007 yılı Fransa’sında başkanlık seçimleri sürecinde yaşanan göçmen ayaklanmaları ile açıyor. Bu ayaklanma sırasında yağmaladıkları para ile Hollanda’ya kaçmayı planlayan 5 göçmenin öyküsünü anlatıyor. Bu ayaklanma ile sağ kanada yönelik söylemlerini de açıyor. Polisle mücadelede gözünü kırpmaması ile başlıyor gösterisine yönetmen Xavier Gens… Grup ilk kaybını verip, dört kişiye düşüyor ve ikişerli olarak da bölünüyor.
Sınıra yakın bölgedeki otele ilk giden ikili ile şiddetin pimi çekiliyor. Başkanlık seçimlerinde Sağ kanadın aşırı temsilcisi olarak görülen Sarkozy’nin Fransa üzerindeki etkisini filmin altyapısına koyan Gens bu durumu şöyle açıkılyor; “Bu film, gerilim tarzının örtüsü altında benim bazı konulardaki düşüncelerimi yansıtır. “The Night of the Living Dead”de Romero hangi düşüncelerini yansıttıysa benim açımdan Sınır(da)’nın işlevi de aynıdır. Filmin arka planına Fransız cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi politik bir altyapı hazırladık. Bu arka planın sıradan olmamasını, tarihsel açıdan önemli bir süreç önünde gelişmesini istedim. Yaklaşım olarak da Verhoeven, Raimi, Spielberg ve Scorsese gibi yönetmenlerin çalışmalarından esinlendim.”
Politik altyapıyı sonuna kadar zorlayan Gens, karakterlerinin birine “Faşist ülke Fransa” dedirtiyor zaten. Tüm olayları Başkanlık seçimi ile açan yönetmen, geçmişten de bir konuk ediyor filmine… Yamyam ailenin lideri, İkinci Dünya Savaşı sırasında kendine küçük bir otelde yeni bir yaşam kurmuş bir Nazi. Konuştuğu garip Almanca ile biraz gülünç dursa da, uzun yıllar koruduğu saf kanın derdini yaşıyor halen… Doğan özürlü çocukları vahşice öldürüyor. Tamamen Faşizme, aşırı sağa yüklenme derdindeki Gens, Nazi ailesi ile tanışmamızdan itibaren ölçüyü aslında biraz kaçırıyor. Güçlü politik söylemlerini zayıflatan anlara imza atıyor.
Fransa’nın sağ kanadı ile ilgili söylemlerini devam ettirmek yerine ırkçılık denince ilk akla gelen Nazilere pas atması filmi hem klişeleştiriyor, hem de zayıflatıyor. “Acaba Fransız halkından ırk ayrımcısı kimse yok mu?” sorusu akıllara geliyor. Fransızlar göçmenleriyle bu kadar barışık mı? Filmin zayıf noktası olan Nazi aile de bu açmazdan kurtulmanın yolu belli ki. Gens sağ kanada ve özellikle Sarkozy Fransa’sına yükleniyor ama onu seçen insanlardan aile yaratmaktan kaçınıyor. TV ve radyo haberlerini kullanarak politik söylemleri için yarattığı zemini iyi işlese de bu gerçeği görmezden gelişi yaratmak istediği politik tavıra zarar veriyor.
Bunca söyleme karşın, baş karakterleri olan fırsatçı gençlerin ırkçılık konusunda bembeyaz olması, renklerini göstermemesi de zayıf noktalardan biri.
Baş karakterimiz göçmen kızımız Yasmin’in alileyle yediği yemek başta olmak üzere başarılı atmosfer kuran Gens, kendi açtığı yolda bir nevi kaza yapıyor.
Son dönem Fransız örnekleri “Yüksek Tansiyon” ve “İçerde” de olduğu gibi vahşeti gösterme konusunda hayli bonkör olan Gens aklındaki net düşünceyi şu sözlerle tanımlıyor; “Fransız usulü bir ‘Deliverance’ yapmak istiyordum. Fransa topraklarında böyle bir projeyi hayata geçirmek olağanüstü zordur. Çünkü burada insanlar size evet derler ama kararlarının sonucunu kabullenmek istemezler. Böyle bir filmi yarım yamalak tedbirler alarak yapamazsınız. Ya hakkını vererek yapacaksınız, ya da yapmayacaksınız. Bu film, sıkıcı ve uzlaşmacı Fransız sinemasının suratına inen bir tokattır. Kendinizi frenlediğiniz takdirde böyle bir filmi yapamazsınız. Yakın dönemde Aja ve Valette, ‘High Tension’ ve ‘Malefique’ ile ateşi biraz körüklemişlerdi. Ancak sonradan hiçbir şey olmadı. İzleyiciyi korkudan tir tir titretecek yeni bir filmin zamanıydı. İzleyici 90 dakika boyunca çarpılmalıydı, tokat yemiş gibi sarsılmalıydı ki, bu tarz filmleri Fransa’da da yapabileceğimizi anlasın! Filmin setlerinde görev alan 40 insan elinden gelen herşeyi yaptı. Çünkü bu filmi yapabileceğime, bunun kaçırılmayacak bir fırsat olduğuna hepsi de yürekten inandı.”
Gens ilk filmini kişisel malzeme içerdiğini belirtiyor sık sık ve bunu şu sözlerle açıklıyor; “Bu filmi yaparak, kendi gençliğime damgasını vurmuş gerilim filmlerine geri dönmek istedim. Ayrıca ilk filmimin, çok fazla takdir ettiğim bu tarza karşı hissettiğim sevginin deklarasyonu olmasını istedim. SINIR(DA) işte böyle bir film. Eğer ileride daha kişisel filmler yapacaksam şu anda bu filmi yapmalıydım. Özellikle de bu tarz filmlerin bence çok kişisel malzeme içermesi sebebiyle yapmam gerekiyordu.”
Yeni binyılda medyanın artan gücü ve daha çok şeyden haberi olan ve etki alanları artan insanın tek bir olaydan ancak güvensizlik hissi veren 11 Eylül saldırıları benzeri sebeplerden etkileneceği ıskalamış belli ki. Tüm politik söylemlerden sonra teslimiyetçi finaliyle de bunu belgelemiş gibi adeta. “Film yaparken uygulayacağım tek kural, izleyicinin beyinlerini ve duygularına ulaşacağımız sürekliliği yakalamak için çıtayı sürekli yükseltmekten ibarettir. Bence bir filmin amacı, izleyiciyi daha ilk anda hayalarından yakalamak, sonra tamamen ezinceye kadar daha kuvvetli, daha kuvvetli ezmek olmalıdır.” diyen Gens izleyiciyi yakalasa da bir türlü ezemiyor ama yer yer şoke ediyor…