'Mantıksız Adam' Ne Kadar Mantıksız? (Film Değerlendirmesi)

19.10.2015 11:48

Woody Allen'ı şimdiye dek izlediğim filmlerinde hikaye anlatıcılığı dışında çok takdir ettiğimi söyleyemem. Özellikle film sonlarında hikayeyi bağlayarak izleyiciye ilettiği mesaj -ya da benim aldığım- genellikle hayat görüşlerime ya da naçizane kişisel tecrübelerime uymayan şeyler oluyordu nitekim. Yine de kendine ait bir sinema dili ve kitle oluşturabilmiş bir yönetmenin filmine gitmek her zaman güzeldir diyerek, ayrıca Joaquin Phoenix'in Aşk (Her) filmindeki olağanüstü solo performansına duyduğum saygının da etkisiyle Mantıksız Adam filmini izledim.

Filmin konusuyla ilgili fazla konuşmak doğru olmaz, nitekim filmin ilk yarısında bir dönüm noktası var ve film bu noktadan sonra farklı bir yöne evriliyor. İzleyenler kendileri görebilirler. Çünkü film fragmanda göründüğünden çok daha fazlasını içeriyor. Sadece filmin başında hayattan bıkmış, isteksiz, akademik kariyeri durgunluğa girmiş insanlarla doğru düzgün ilişkiler kurma konusunda hiçbir heves belirtisi göstermeyen Abe Lucas adlı başarılı ve tüm negatifliğine rağmen çekici ve gizemli bir felsefe hocasının, yeni geldiği okulda tanıştığı bir öğretmenle yaşadığı içi pek dolu olmayan ilişki, bir yandan ona hayranlık duyduğunu hiç saklamayan akıllı ve güzel öğrencisi Jill ile yaptığı arkadaşlığa tanık olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu okula gelirken Abe Lucas'ın kelimenin tam anlamıyla bir kadın canavarı (womanizer) olduğuna dair ipuçları alıyoruz. Herkes de onu öyle tanır ve kabul eder. Ancak bir gün Jill ile bir restoranda otururken yan masadaki konuşmada duydukları, Abe'in yaşamını değiştirir. Abe'in yeni hali de, zamanla etrafındaki herkesi etkilemeye, işlerin şeklinin değişmesine yol açar.

Varoluşun felsefi kökenlerine inemeyecek kadar sığım bu konularda, Kant, Heidegger veya Kierkegaard üzerine laf etmek boyumu aşar. Bu nedenle yalnızca filmin bize sordurduğu soruları kendimce bulabilmekten fazlası haddime düşmüyor. 

 

-- YAZININ BU KISMI FİLMİN GELİŞİMİYLE İLGİLİ İPUÇLARI İÇERİR (SPOILER) --

Filmin başında Abe Lucas yukarıda belirttiğimiz bir algıyla karşılanıyor okulda. Ancak Abe hiçbir şey istemez bir ruh halindedir. Bu durumun, yakın bir arkadaşının, sadece iyi amaçlarla orada bulunan arkadaşının Irak'taki saçmasapan ölümünden sonra olduğunu anlayabiliyoruz (Burada Woody Allen Irak'ta ölen kişinin ölümüyle ilgili kafa kesme, patlama veya mayın seçeneklerini ortaya koyarak bence tam ortalama Amerikalı'lara hitap eden sığlıkta bir mizah yapıyor, diyecek birşey yok. Aynı şekilde ABD'lilerin orada ne aradığı da bambaşka bir konu). Bu olay her türlü hayır işinden el çekmesine, bir anlamda kendi hayatına atfettiği anlamın da içinin boşalmasına neden oluyor. Darfur'a giden, Katrina Kasırgası'nda insanlara karşılıksız yardım eden Abe, bütün bu çabaların hiçbir şeyi değiştirmediğine, savaşları durdurmadığına, insanların hayatını kurtarmadığına, özetle makro düzeyde bir sonuç vermediğine ikna olduktan sonra varoluşsal bir boşluğa düşüyor. Yıllarca uğraştığı felsefe de bu boşluğu doldurmuyor, onun için teorik bir laf kalabalığı haline geliyor; kadınlarla ilişkileri de tatmin edicilikten uzak, duygusuz bir egzersizin ötesine geçmemeye başlıyor.

Jill'in hem entelektüel kapasitesi, hem fiziksel güzelliği, hem de hiç saklamadığı ve Abe'in tuhaflıklarından etkilenmeyen hayranlığı bile Abe'in kabuğunu kıramıyor. Abe burada Jill'i bilerek kendinden uzak tutuyor, nedeni ahlaki değil, bu haliyle onu mutlu edemeyeceği düşüncesi, ayrıca kendisinin de mutlu olmak gibi bir beklentisinin olmaması. O kendi bataklığında boğulmayı tercih ederken Jill'i sürüklemek istemiyor, soylu bir hareket. Daha sonra anlayacağımız üzere, kendi egolarını en azından o an için ayağa kalkamayacak şekilde öldürmüş durumda, yani soylu olmak için değil.

Ancak restorandaki malum konuşma her şeyi değiştiriyor. Ahlaki ve vicdani açıdan bu dünyada var olmasının hiçbir önemi bulunmayan bir yargıcın, fedakar bir annenin hayatını mahvetmek üzere olduğunu duyan Abe, bu kişinin dünyadan yok edilmesinin herkes için en iyisi olacağını düşünerek kendine bir anda bir hayat amacı belirlemiş olur. O andan itibaren etrafındaki herkes için farklı biridir: kendine güvenen, neşeli, yeniden üretebilen ve yatakta eski gücüne erişmiş bir insandır tekrardan. Cinayetin tüm detaylarını dikkatle düşünmek, türlü kitaba ve filme konu olmuş "mükemmel cinayeti" gerçekleştirebilmek için gerçek anlamda kafa yormak, ona gerçek, somut, etkisini hemen yakınında görebileceği bir 'iyilik' yapma fırsatını verecektir bu yeni hedefi. Kendi ifadesiyle felsefi laf kalabalığı yerini gerçek ve doğrudan bir aksiyona bırakıyor.

Burada önemli bir ayrıntıyı atlamamak gerek: Abe bu yola baş koyarken en önemli motivasyonu, o adamı hiç tanımaması, yani gerçek bir motivasyonunun bulunmayışı. Bu yüzden hiç kimsenin ondan şüphelenmeyeceğine emin olduktan sonra bu işe kalkışıyor. Kendi özgürlüğü, toplumsal konumu ve sahip olduklarını riske etmediğini düşünerek harekete geçiyor.

Filmi izleyen herkes kendisine bu soruyu sormuştur, gerçekten bu dünyaya kötülükten başka hiçbirşey getirmeyen, varlığının kimseyi mutlu etmediği, üstelik elindeki gücünü kötüye kullanmaktan hiç çekinmeyecek birini öldürmek doğru mudur değil midir? Herkes buna kendi yanıtını verebilir, gerçek adaletin yetmediği, hatta bizzat adaletin adil olmadığı durumlarda kişisel adalet devreye sokulmalı mıdır, Filmin içinde açıktan Dostoyevski referansları yapılıyor, hikayenin bu noktadan sonraki kısmı iyice Suç ve Ceza'yı hatırlatır bir şekil alıyor zaten. Yargıç, uyuz ev sahibesi Alyona İvanovna oluyor, Abe ise Raskolnikov. Ama Jill tam manasıyla Sonya olamıyor, bu nedenle Abe'in de aslında tam olarak Raskolnikov olamadığını filmin ilerleyen bölümlerinde görüyoruz.

Abe Raskolnikov olamıyor, çünkü Raskolnikov'un vicdanı onda yok, başka birinin onun yerine hapse girmesine aldırmıyor, hatta onu ele verecek tek tanığı öldürmeye kalkıyor. Onu koşulsuzca seven kadınla kaçmaya karar veriyor, çünkü artık egosu uyanmış durumda, benmerkezciliği tavan yapmış.

Bir de şu var, yargıcı öldürmek kesinlikle kadının davayı kazanacağı anlamına gelmiyor, bu cinayete rağmen sonuç değişmeseydi Abe ne hissederdi acaba? Sanırım bu kez gerçekten intihar ederdi, nitekim yaptığı işin olumlu sonucunu göremediği için dünyaya küsmüştü zaten. Veya cinayetin gerçekten mükemmel olabildiğini varsayalım, Abe için onu hayata bağlayan, gerçek bir fayda yaratmış olmanın gururu daha ne kadar sürecekti? Ömür boyu süremezdi, bu durumda birkaç ay, belki bir yıl sonra yeniden ortadan kaldıracak birilerini aramaya başlayacak, bu alışılmadık -kendine- Robin Hood'luğa devam etme ihtiyacı hissedecekti. Artık bir daha kış uykusuna yatmayacak olan egosu onu başka cinayetlere sürükleyecek, sonunda elbette günün birinde yakayı ele verecekti. Çünkü dünyadan yokolmasını dilediğimiz 'kötüler' hiç bitmeyecek ve mükemmel cinayet 1 kez bile başarması çok zor bir olay.

Jill'in hareketleri de ayrı tuhaf. Abe'e olan sevgisi, onu ihbar etmesine engel oluyor, ama başka birinin hapse girme ihtimaliyle harekete geçiyor. Ve anında o da onu koşulsuzca seven eski sevgilisine dönüyor, gerçek hislerine sırtını dönüp "dönüşmeyi" tercih ediyor. Filmin sonunda ne kadar iyi bir tercih yaptığını söylüyor, ama bu tamamen koşulların onu zorlamasıyla yedekte tuttuğu kişinin yangın anında camını kırmaktan başka birşey değil. Aslında burada Abe ve Jill aynı mantıkla hareket ediyor. Sadece Jill biraz daha vicdanlı, ve tabii ki katil değil. Standart ahlak veya standart hümanizmi elden bırakmıyor. Ama ikisi de gerçekte sevdikleri kişiyle olabilmenin yükünü taşımayı reddediyor.

Tamamen pragmatik amaçlarla bir insanın canını alma hakkını kendinde bulan Abe, panayırda kazandığı hediyeyi Jill'e armağan ederken onun basit ama 'pratik' bir el feneri seçmesini tuhaf karşılar, başına gelecekleri hiç tahmin edemez elbette. O el feneri varoluş amacının tamamen dışında bir 'işe' yarar sonunda, ama işe yarar.

Bu arada Abe'in hareket tarzını eleştirmek gibi bir niyetim olmadığını da söyleyeyim. Hepimiz televizyonda, internette, orada burada gördüğümüz bir kamyon kötülüğü ve adaletsizliği engellemek için change.org'a imza vermekten daha fazlasını yapmıyoruz. Abe bunu farklı bir motivasyonla ileri götürüyor ve egosunu bir köşeye almadığı için onu suçlayamıyorum.

-- SPOILER --

 

Filmin adının ne kadar isabetli konusunda bazı şüphelerim var. Karakterin farklı zamanlarda iki farklı profil çizmesi onu "mantıksız" yapmaz bence. Ben olsam çift karakterine vurgu yapmak için "dengesiz", fragmanlarda daha fazla ön plana çıkarılan profiline uygun olacaksa "sorunlu" derdim.

İyi ve kötü kavramlarını geleneksel bir bakışla yorumlamasaydı daha mutlu olurdum ama Allen genelde böyle bir açıdan bakıyor, elbette istediği sonuca varmakta özgür. Bunun dışında Maç Sayısı'nı andıran ilerleyişiyle benim Woody Allen'da çok görmediğim bir noktadan bakış sunuyor. Son zamanlarda yaptığı gibi bazı Avrupa şehirlerinin turist rehberliğine kalkışmadan veya salt kadın erkek ilişkileri ve kendi takıntılarına yoğunlaşmadan bir hikaye anlatıyor ve -felsefeye giriş seviyesinde olsa da- yanıt vermesi benim için kolay olmayan varoluşsal sorular soruyor, bu nedenle filmi sevdim. 

7.5/10