“Made in Europe” filmini yazan – yöneten İnan Temelkuran, göçmenlerin dünyasına ışık tutan filminde neler anlatmak istediğini kendi cümleleriyle ifade etti. Temelkuran tarafından kaleme alınan bu özel yazıyı sizlerle paylaşıyoruz:
İnan Temelkuran\'ın Kaleminden "Made in Europe" ve Göç Sorunu
Göç; en önemli, en belirgin nedenlerinden, en küçük sonuçlarına kadar son yıllarda sosyologların üzerinde en çok tartıştıkları konulardan biri. Ama üzerinde ne kadar çok analiz yapılırsa yapılsın, ne kadar çok teori üretilirse üretilsin, her zaman eksik bir şeyler kaldığı ya da yapılan analizlerin ve üretilen teorilerin sorunları çözmediği çok açık. Çünkü göçmenlerin günlük hayatları çok daha renkli, çok daha zengin, çok daha kendine özgü durumlar içeriyor.
Böyle olmasına rağmen, şimdiye kadar sinemacılar tarafından hep benzer gözlerle incelendi, benzer temalar işlendi ki bunlar; adaptasyon veya entegrasyon sürecinde ortaya çıkan aksak durumlar; birinci, ikinci ve üçüncü kuşak arasında çıkan çatışmalar ya da göçmenler tarafından kurulmuş küçük sokak mafyaları arasında geçen olaylar.
Bunların da yabana atılacak, görmezden gelinecek bir yanı yok elbette, ancak sürekli bunlardan bahsetmek sanki üçüncü dünyanın az gelişmişliğini tekrar tekrar ortaya koyan ve varolan “çalışmaya gelecekler gelsin, diğerlerini istemiyoruz” söylemini onaylayan; aynı zamanda her gün işine gidip gelen göçmen figürünü (ki bunlar göçmenlerin yüzde doksanı) yok sayan bir yaklaşım sergilemek oluyor.
Bu o kadar geniş bir konu ki, dünyanın her yerinden gelen göçmenleri bir kitapta ya da tek bir filmde göstermek çok mümkün değil. Benim bakışım, genel olarak Türkiye kökenli göçmenler üzerine yoğunlaşıp, onların günlük hayatlarından bir kesit vermeye çalışırken, aslında göçmenlerin sorunlarının “göçmeyenlerin” sorunlarından çok da farklı olmadığını göstermeye çalışan bir bakış.
50 yıl önce başlayan bu yolculuğun hedefini genellikle Kuzey Avrupa ülkeleri oluşturdu. Buralarda kendilerine yer bulamayan ya da buralarda sıkılan ya da başka bir yerde daha iyi bir fırsat gören insanlar diğer ülkelere dağıldılar. Son yıllarda İspanya’ya göçmeye başlayan bir grup insanın restoranlar aracılığıyla başladığı bu yolculuk, kendi içinde bir çok öyküyü de barındırıyor ister istemez.
Bu insanlardan her birinin, (ben de dahil), anlatacakları çok fazla kişisel öyküleri var. Neydiler, ne oldular, ne bulmayı umuyorlardı ne buldular, kaybettikleri ve kazandıkları vs. ... Bütün bunların ötesinde kaybetmemek uğruna fedakarlık ettikleri... Bu insanların çoğu için İspanya’ya gelmek umutla eş anlamlıydı. Aynı zamanda sıfırdan başlamakla, eski hayatı geride bırakmakla... Bu insanların hayatlarında fırsat her an şekil ve yer değiştirdiği için, göçmenlerin yolculukları da bir türlü bitmek bilmez. Hikayeler birikir ve ağızdan ağıza anlatılarak bir önceki ülkenin ya da şehrin anıları haline gelir. Bu yüzden “gurbette yolculuklar vedalaşmadan başlar”... Bu yüzden birçok hikaye fark edilmeden, o hikayenin sahipleriyle birlikte yok olur.
Kuşbakışı bakıldığında Kuzey Avrupa merkezli sentrifuj hareket içerdiği hikayelerle birlikte inanılmaz hatta delilik gibi görünebilir ancak Pasifik’te seyreden yük gemilerinde aşçı olarak çalışmış bir “yersiz”, Belçika’da ekmek fabrikasında çalışırken başına gelenleri İspanya’da döner keserken anlatabilir. Ardından da Arjantinli ev arkadaşıyla birlikte yeni bir ev bakmaya gidebilirler. Bu, içine değişik dillerin, kültürlerin ve duyguların katıldığı çok “sıradan” bir hikaye de olabilir. Hissedilenler ve yaşananlar o kadar karmaşıktır ki, şizofreni duygusu verebilir.
Bu insanların günlük hayatları çok çatışmalı, dramatik, hatta; eğer nereye bakacağınızı iyi hesaplarsanız, çok komik ve trajik de olabilir. Bu denli zengin hikayelere sahip bir hayatı anlatmanın ancak belli dramatik kalıplardan “saparak” mümkün olduğunu ve görsel dilin giderek belgesele yaklaşması gerektiğini düşünüyorum. Hiç değilse bu yeni dilli, anlattığım insanlara ve hikayelerine haksızlık etmemek için denemek niyetindeyim.
Karakterlerle ilgili söyleyebileceğim ise şu: Bu insanların çoğu “kağıtsızdır”. “Gurbette kağıtsız” olmak ise sürekli ve mecburi bir suskunluk demektir. Suskunluk, “fırsatları” (?) kaçırmamak, arkadaşlıkları ve sıkı sıkı tutundukları çevreleri kaybetmemek için mecburidir. Bu sürekli suskunluk hali, hissedilenlerin ve bilhassa öfkenin ve acının yutulması mecburiyeti, bir süre sonra kendini ifade yollarını kaybetmeye, giderek şizofreniye ve elbette onur ve gururun kaybolmasına yol açar. Bir noktadan sonra insan ilişkileri, taraflar farkında olmasa bile, artık acımasız ve merhametsiz bir hal alır. Yaşadıkları koşulların ağırlığı, özellikle Anadolulu olan bu erkeklerin gururlarını sürekli ezer. Makalelerde, uluslararası yazışmalarda, araştırmalarda “Entegrasyon” dedikleri şey de zaten ve tamamıyla budur aslında. Her zaman “başarıya” ulaşmasa bile.
Filmin bir diğer önemli meselesi ise bu koşullarda gelişen benzersiz işçi-patron ilişki. Benim çok yakından izlediğim bir süreçte, “gurbete” gelenler, sınıf atlama istekleri doğrultusunda işçiyken, kendi işyerlerinin sahipleri oldular. Bu yeni “patronlar”, kimse onların memleketinden gelen insanların halini onlardan daha iyi bilemeyeceği için (!) kendi insanlarına iş vermeyi tercih ettiler. Çoğu zaman bu şirketlerde çalışmanın ağır koşullarından, uzun çalışma saatlerinden, kısacası göçmen patronların diğer göçmenlerin zor şartlarını kendileri için bir avantaja çevirmelerinden, şahsen benim pek anlayamadığım bir “politik doğruluk” adına söz edilmedi. Bir şekilde toplumlar bu haksızlığa izin verdiler ya da bunu görmezden geldiler. Göçmen patronlar için ise bu durum “bazı zavallılara fırsat vermekten” başka bir şey değildi. Onlar birbirlerinin halinden iyi anlayan “gurbetçilerdi”.
Sorunlar bu kadar büyük ve çeşitli olmasına rağmen, sessizliğin hakim olduğunu görmek çok kolaydı. Göçmenler dinlerler, küfür ederler ama kurallara uyup verilen işi tamamlarlar. Yapılan işte herhangi bir aksaklık olursa, ezilenlerin birbirine ihaneti genel kuralı gereğince, kendi içlerinde bir suçlu ararlar ve bulurlar. Aralarındaki küçük suçluyu ararken sarkastik espri anlayışlarını korurlar. Zaten bu espri anlayışı olmadan yaşamaları mümkün değildir. Ama bu sarkastik durum, her zaman herkes için komik değildir. İşte bu projede biz bu “komik” anları pek de komik bulmayan o “bazılarına” yer vermeye çalıştık.