Sinemanın vampir macerası bir hayli eskiye dayanır. Gerçekte olmayan ama filmler gördüklerimiz dolayısıyla inandığımız vampir miti sinemanın gücünün kanıtıdır.
Öyle ya daha sinemanın emekleme döneminde başlayan Boris Karloff’lu Frankensteinlar, Vampirler o kadar inandırıcıdır, o kadar ilgi çekicidir ki ilerleyen zamanlarda bu mite sürekli bir şeyle ekler sinema. Avrupa sineması Ölümü ete kemiğe büründürüp her şeyi ciddiye alırken, Amerikan sineması sürekli vampir mitine ekleme yapar. Ama ne gariptir ki ne kadar gerçek dışı olursa o kadar çok inanırız.
1922 tarihli F.W. Murnau klasiği “Nosferatu” halen sinema okuyanların gözdesi. Filmdeki ekspresyonizm dalgası halen sinemanın başyapıtlarında olmasını sağlıyor.1932 tarihli Carl Theodor Dryer klasiği “Vampyr” de ekspresyonizm başyapıtlarından. 1931 yılında Bela Lugosi’nin canlandırdığı “Dracula” o kadar etkileyiciydiki, Lugosi kariyeri boyunca korku filmlerinin aranan oyuncusu ve efsanesi olarak kaldı. Yine başka bir efsane 1979’da Werner Herzog filmi “Nosferatu”da “Dracula”yı muhteşem bir oyunla canlandıran ayrıksı star Klaus Kinski idi. Yine korku sinemasının kült oyuncularından Christopher Lee 1966’da Terence Fisher filminde “Dracula” olanlardan biri idi. Ve bu rol uzunca bir süre onunla özdeşleşti.
Vampir miti neredeyse tüm yönetmenleri etkiledi. Francis Ford Coppola 1992’de Dracula ile tam bir miti anlattı. Bram Stoker’ın aynı adlı kitabından yaptığı uyarlamada neredeyse tüm klişeleri kullanıyor olması en büyük dezavantajı oldu. Quentin Tarantino da uzak durmadı, oda hem senaryosunu yazıp hem de oynadığı “Günbatımından Şafağa”da Rodriguez yönetiminde Coppola gibi yapmayıp yenilikler getirdi ve filmden birçok sahneyi sinema tarihine armağan etti. Hele o şaşkınlık yaratan bardaki dans sahnesi.
Biraza daha yakın tarihe gelirsek en başarılı örnek kuşkusuz türü yeniden canlandıran “Blade” Özellikle aksiyonu ve efektleriyle bir gişe canavarına dönüşüp, devam filmlerinin yolunu açtı. Yine kendine has yapısı ile “Underworld” halen birçok sinemaseverin gözdesi konumunda. Son dönemde neredeyse korku filmlerinin tüm karakterlerini kullanan “Van Helsing” efektleri ve aksiyonu ile konuşulmuştu.
Gençlik filmleri de Vampirleri konu aldı bir dönem. Korku sinemasının en gözde kurbanları gençlerdi kuşkusuz. Eğlencelik bolca film olsa da Joel Schumacher’in 1987 tarihli klasiği “Lost Boys” her açıdan milat oldu. Hala bu alandaki en önemli başyapıt olarak görülmekte.
Hollywood’un gişeye oynadığı Vampir filmlerine en güzel örnek ise Tom Cruise, Antonia Banderas ve Brad Pitt’i bir araya getiren Neil Jordan epiği “Vampirle Görüşme”. Dönemin gözde oyuncusu Kristen Dunst’da bu filmle çıkış yapmıştı. Geçen senenin vizyon filmi “Vampirlerin Şafağı”da Avrupa’dan gele enteresan bir vampir denemesi idi. Dizilerden de kısaca bahsetmek gerek. Bu alanın 2 kült dizisinin sadece ismini vermek sanırım yeterli olacaktır. “Buffy” ve “Angel”.
Türk sineması tarihinde de vampir filmlerine rastlamak mümkün. Bunlardan en önemlisi 1953 tarihli. Mehmet Muhtar’ın yönettiği “Drakula İstanbul’da” adlı kült filmde Atıf Kaptan’dı bu kez Drakula roünü canlandıran kişi. Sinemamızın kültlerinden biri olarak kabul edilen bu filme bir yerlerde rastlamak hemen hemen çok zor. Vampir dosyasını iki Japon animesi ile kapatmak lazım. İkisi de kült kabul edilen “Blood: Tle Last Vampire” ve “Vampire Hunter D”.
Gelelim Dirilişe…
Yönetmen Sebastian Guitterez 1998’de senaryosu da kendisine ait olan suç Draması “Judas Kiss” ile sinemaya giriş yapmış ama pek başarılı bulunmamıştı. 2001’de Kanada televizyonuna yaptığı Deniz Kızı ile de başarılı olamayınca, ağırlığı senaryo yazmaya verdi. Burada da şansı pek yaver gitmedi. 2003’te Gothika ilgi görse de genel beğeniyi kazanmadı. Bir sene sonra roman uyarlaması “The Big Bounce” ise her anlamda tam bir felaketti. Yeniden çıkışı pek bilinmeyen, hemen kült olan “Snakes on a Plane” ile yakaladı. Düşük maliyetine rağmen oldukça iyi bir kazanç getiren ve bolca konuşulan, hemen kendi hayran kitlesini yaratan filmden sonra yönetmenlik yeniden aklına geldi. Diriliş ile birlikte kabul ettiği diğer 2 projede gelecek vaadediyor. Pang kardeşler klasiği The Eye – Göz’ün hollywood versiyonu ile 2008’de gösterime girecek Stompanato filmlerinin senaryosuna imza attı. Kariyeri henüz tam oturmayan bir senaristten geçmişine bakıldığında iyi film beklemek oldukça zor.
Belki de kariyerinin getirdiği güvensizlikten dolayı Guitterez filminde vampir klişelerinden hiçbirine yer vermiyor. Adeta film bir neo-noir havasında ilerliyor. Vampir filmlerinin olmazsa olmazı keskin dişler, sarımsak, haç gibi klişeler yok. Araştırmacı gazeteci Sadie Black, gittiği bir haberde vampirlerce ısırılıyor. Fragmandan cinsellik dozu yüksek gibi görünen filmin en fazla cinsellik kokan sahnesi de o an gerçekleşiyor. Sonrasında Black, Tarantino’nun Kill Bill’inde Gelin’in başına gelenin (canlı mezar sahnesine benzer şekilde) bir adım ötesinde morgdan çıkıp intikamına başlıyor. Bu intikam sırasında Black o kadar az tanıtılıyor ki, özdeşleşemiyoruz. Sadece morg çıkışı annesini arayıp ağladığı sahne dışında kimdir, nedir Black meçhul.
Bir anda Blade’dekine benzer şekilde seçilmiş olduğuna inandırılmak isteniyoruz. Ama senarist o safhaya bizi çok çabuk getirdiği için hiçbir duygu yaratmıyor bu durum. Son derece seri şekilde son ava kadar ilerleyen film hemen hemen hiç şaşırtmadan ve en önemlisi hiçbir özel efekte başvurmadan sonunu getiriyor.
Bir ara sonlara doğru Vampir olmayı ben seçmedim diyor Black ama diyaloglar o kadar sıradan ki oda bir işlev sergilemiyor. Kahramanımızın okunu çevirip, neredeyse kalbin nerede dön de vurayım bi zahmet diyecek olması son derece komik. İntikamı sürecinde hiçbir zorlukla karşılaşmıyor. Vampirlerde tam isabet onun okuyla ölmeyi bekliyor zaten. Bir atışta iş bitiyor.
Filmin tek güzel tarafı ünlü rock müzisyeni Marilyn Manson’ı makyajsız haliyle barmen rolünde görmemiz oluyor. Yönetmenin bu anlamda klişeleri seçmeme tercihi, vampirlerini çok kolay harcaması, başına çorap örüyor.
Dikkat izlediğinizde aynı çorap sizin başınıza da örülebilir.