25. Ankara Uluslararası Film Festivali'nin jüri üyesi olarak Ankara'da bulunan tiyatro ve sinema oyuncusu Mert Fırat ile sinemalar.com olarak Kızılay Büyülü Fener sinemasında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Mert Fırat geçen yılki filmlerinden, ortakları arasında bulunduğu Moda Sahnesi'nin performansından söz etti. Ayrıca gelecek projelerinden ve İsveç'te geçirdiği yıllardan da bahseden başarılı oyuncuyla yaptığımız röportajın videosunu ve metnini sizlere sunuyoruz.
- Öncelikle son projeleriniz hakkında birşeyler sormak istiyoruz. Kelebeğin Rüyası geçen senenin en önemli filmlerinden bir tanesiydi. Birçok seyirci çekti, yurt içinde ödüller aldı, yurtdışında festivallerde gösterildi. Sizin filmin başarısıyla ilgili söylemek istedikleriniz nelerdir? Ayrıca bir edebiyatçıyı canlandırmak nasıl bir duyguydu? Çünkü edebiyatla haşır neşir olduğunuzu tahmin ediyoruz, senaryolar yazıyorsunuz...
Mert Fırat: Benim için bir edebiyatçıyı canlandırmak harika bir deneyim oldu. Daha önce Atlıkarınca'da bir şairi canlandırmıştım. Aslında o kötü bir şairdi. Kabuğunu bir türlü yırtamamış, aslında farkedilmek isteyen ama bir türlü farkedilemeyen ailesi içinde de bir "hakimiyet" bir iktidar kurma çabası olan ve bunu da başaramayan kendi hayatında tutarlı olmayan bir adamı canlandırmıştım ve Erdem'di ismi. Bu sefer tam tersi bir adamı canlandırdım, içinde inanılmaz fırtınalar kopan, Varlık dergisinde sadece bir şiiri yayınlansın isteyen, şiirden bir kariyer edinmek değil, şiirin tamamını bir yaşam biçimi, bir varoluş biçimi olarak gören bir karakteri canlandırma fırsatı buldum. Bir diğeri ne kadar iticiyse (Atlıkarınca'daki Erdem), Kelebeğin Rüyası'ndaki Rüştü Onur da bir o kadar da sıcak bir adamdı. O yüzden ben böyle ele alıyorum Rüştü Onur'u. Belçim Bilgin'in kardeşi Ferhat Bilgin'in bizim filme büyük katkıları oldu araştırmalarıyla. Onun getirdiği kaynaklar, Yılmaz Erdoğan'ın önümüze koyduğu kaynaklar, onların reji ekibi olarak yaptıkları, Böcek Yapım'ın yaptığı araştırmalar ve bütün bunların sonucunda edindiğimiz güzel bilgileri süzdürdüğümüzde elimizde kalan şey ve kendi seçimlerimiz Rüştü'yü nasıl anlatmak istediğimizi ortaya çıkardı. Galiba seyirciyi etkileyen Muzaffer'in saflığı, Rüştü'nün saflığı, tüm bu araştırmaların sonucunda Yılmaz Ağabey'in senaryoyu getirdiği nokta ve onun bakış açısı, -her şeyden önce bir şair olması- bir yandan iyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu olmasıydı. Bunların avantajıydı galiba filmin bu kadar sıcak yapan ve insanlara sevdiren.
Teknik özellikler ve imkanlar anlamında çok donanımlıydık. Gerçekten milli takım gibiydi ekip. O anlamda şanslıydık. 16 hafta her filmin harcı değil, bütçesi değil Türkiye şartlarında. Çok zor bir iş, Amerikalıların çokça deneyimlediği bir süreci, biz kendi ülkemizde Türkiyeli olarak deneyimledik, bu bizim için büyük bir avantaj ve keyifti. Yılmaz Ağabey için ve ekibin tamamı için öyle oldu. Bütün bunların totalinde ortaya çıkan şey sıcak, samimi, bir dert anlatır, iki şairini meselesini anlatır olunca galiba, kendine seyirci buldu. Bir de onların yaptıkları işe duydukları aşk, kendi durumlarıyla dalga geçebilmeleri, ölümle mesafeleri ve ölümle kurdukları ilişki, ölümü kendilerine bir yaren edinmiş olarak hayata bakmaları, kalemlerinin o tarafta, gönüllerinde birleştirdikleri yerde ölüm meselesinin hep geçiyor olması gibi unsurlar seyirciyi etkiledi. Benim için o yüzden değerli ve güzeldi bir edebiyatçıyı, böyle bir şairi canlandırmak...
- Geçen yılki bir diğer projeniz de Erkek Tarafı Testosteron filmiydi. Aslında bu karakterden oldukça zıt kutuplarda bulunan bir karakteri canlandırdınız. Sormak istediğimiz şey filmin anlatmak istediklerinden ziyade sizin bakış açınız. Ataerkil bir toplumda yaşıyoruz ve filmin topluma erkek açısından bir bakış olduğunu söyleyebiliriz. Kadınların verdikleri eşitlik mücadelesinde aslolan kadınların gerçekten birşey elde etmesi midir, yoksa erkeklerden gelecek her türlü yardım kabul edilebilir olmalı mıdır? Yani şöyle ifade edelim: "Hak verilmez, alınır" şeklinde bir önerme vardır. Bu sizce Türkiyeli kadınların mücadelesinde ne kadar geçerlidir?
MF: Aslında ideal olanı bu. Ancak karşınızda silahlı bir ordu varsa ve güç onlardaysa mücadelenin başka bir yolu yoktur. O zaman ya karşısında kadınlardan silahlı bir ordu kurup, milisler kurup siz de onlara karşılık vereceksiniz, ya da elden geldiğince politik bir düzlemde siyaseten bu işi sürdüreceksiniz. Yani bu sadece kadın meselesinde değil, diğer toplumsal olaylarda da böyle oluyor, çok tarihimizde şahit olduğumuz gibi. Dolayısıyla bu bir kadın-erkek meselesinden öte politik bir duruş, hayatta bir tavır alış aslında. Ve bizim hikayemizdeki, daha doğrusu bir Polonyalı Andrzej Saramonowicz'in hikayesindeki temeldeki nokta kadının bir erkek gibi, erkeklerin kodlarıyla davranıp, tam da o düğündeki 7 erkeğin ve bütün erkek sisteminin içinde yarattığı kısa devre. Çünkü bizim karakterimiz gerçekten sistem içinde bir kısa devre yaratıyor ve düğünü bir tanıtım projesi haline dönüştürüp oradan gidiyor. Bu, kadının bir canlı bomba olma hali gibi birşey. Yani gerçekten çok büyük bir etki yaratıyor ve geride kalan erkeklerin kendilerini sorgulamaları, sistemi sorgulamalarına (yol açıyor).
Dolayısıyla film bazen çok yanlış anlaşıldı, ama bir tek Türkiye'de çok yanlış anlaşıldı. Yoksa bu film dünyanın her ülkesinde gösterildi. Çünkü Polonya versiyonu var filmin, birçok ödül aldı. Tiyatrosu neredeyse 20-30 ülkede oynandı, biz de oynadık 5 yıl boyunca. Benzeri tepkileri aldık oyunu oynarken: "Siz kadınlara küfür mü ediyorsunuz?" gibi. Halbuki yazarın amacı şu: Erkeklerin dünyasını tam da erkeklerin diliyle, erkeklerin koduyla içeriden eleştirebilmek ve aslında ne kadar zavallı olduklarını göstermek. Tırnak içinde bir zavallılıktan bahsediyorum. Ne kadar yanlış bir yolda ilerlediklerini, be kadar meseleyi çözmekten uzak durduklarını, aslında çözümün tamamen kadınlardan geçtiğini eğitimlisi, profesörü, okumuşu, okumamışı, garsonu, avukatı, ne bileyim müzisyeni, hepsinin, farklı meslek gruplarından 7 erkeğin bir noktada mesele kadın olunca, kadın üzerinden oluşturulmaya çalışılan bir mülkiyet olunca, nasıl vahşileştiğini, nasıl çirkinleştiğini, ne kadar ortak yönlerinin olduğu ve entelektüel cümleler ya da fikirler beyan ettikleri halde iğnenin ucu onlara dokunduğunda "insanlıktan çıktıklarını", feodalleştiklerini gösteren bir örnek aslında. Bence çok iyi yazılmış bir tekst. O yüzden ben hala filmin de oyunun da tabii ki, ataerkil bir dünyanın, erkek dünyasının eleştirisi olduğunu ve bu hakkın -tabii ki erkeklerin sağlayacağı imkanlar dahilinde- fakat tamamen kadınların alabileceği bir düzlem olduğunu düşünüyorum.
- Başka bir sorumuz Moda Sahnesi'yle ilgili. Aslında uzun süredir yarı atıl denebilecek bir konumdayken sizin de içinde bulunduğunuz Oyun Atölyesi'nden ayrılmış bir grup, burayı alıyor, restore ediyor ve sinema ve tiyatro salonlarıyla çok amaçlı bir hale getiriyor. 1 sezon geride kaldı, bu sezonu nasıl değerlendirmek istersiniz?
MF: Bu sezon bizim için mucize şeklinde geçti, nazar değmesin. Beklentimizin çok üstünde bir seyirci talebiyle karşılaştık. Beklentimizin çok üstünde bir maddi imkan sağladık ki orası için bir ödeme takvimimiz vardı. Bunların hepsi çok güzel, maddi anlamda ve nicelik anlamında ancak nitelik anlamında da çok yeni gruplarla, çok yeni insanlarla tanışıp seminerler, atöyle çalışmaları yapma imkanını bulduk. Bundan sonraki süreçte de sinema atölyelerinin, yazım atölyelerinin olacağı bir yolculuğa çıkıyoruz, önümüz açık. İKSV ile bir ortaklığımız oldu, önümüzdeki sezon Halk Sanat ve Akbank Caz'la bir ortaklığımız olacak, yani bir ayağı da Moda Sahnesi'nde geçecek. Moda Sahnesi bu anlamda verdiği konserlerle de çok söz ettirdi. Kardeş Türküler'le 2 konser yaptık, İncesaz'la 3 konser yaptık, Secret Trio diye bir grup çıktı, Büyük Ev Ablukada konseri oldu, Babazula konseri oldu çok yakın zamanda. Aynur konseri oldu. Çok farklı gruplarla, çok farklı müzisyenlerle, fakat niteliği üst seviyede gruplarla da çalışma imkanı oldu. Tiyatro Adam, Boğaziçi Gösteri Sanatları, Seyyar Sahne gibi alanında seçkin gruplarla da birlikte olabilme, aynı sahneyi paylaşma imkanını bulduk.
Bizim şu anki sahnemiz 300 kişilik aslında, fakat teleskobik bir tribünümüz var o katlanınca 700 kişilik bir konser salonuna dönüşüyor. Bunun yanı sıra 70 kişilik bir stüdyomuz var ve yine 45 kişilik bir sinema salonumuz var. Ve orada Psike İstanbul ile birlikte film çözümlemeleri de yapıyoruz haftanın belirli günlerinde. Bu onların yaptığı bir etkinlik tamamen. Ve Başka Sinema'yla anlaşmalı 5 film gösterimi yapıyoruz. Temmuz'da sadece küçük bir aramız olacak, Ağustos'tan itibaren film gösterimi, Eylül'den itibaren de tiyatro sezonunu açacağız. Önümüzdeki yıl 3 yeni oyunumuz var: bunlardan bir tanesi "Roberto Zucco", bir diğeri "Parkta Güzel Bir Gün" ya da "Sınırda Bir Olay"iki ismi var. Ve geçen seneden kalan diğer oyunlarımız devam ediyor olacak. Bunun dışında 2 yeni çocuk oyunuyla da sezona merhaba diyeceğiz, yani aslında Moda Sahnesi prodüksiyonu olan 6 tane oyun olacak önümüzdeki sezon.
- Önümüzdeki ay çekimleri başlayacak bir Erden Kıral projesinde yer alacaksınız, Gece. Nurgül Yeşilçay ve İlyas Salman'la oynayacaksınız. Bu filmin senaryosu ve rolünüzle ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz?
MF: Aslında Erden Ağabey'in çok tercih etmediği birşey, filmin hakkında fazla konuşmamızı istemiyor. Ama ilginç bir film olacak ve ben galiba daha önce oynamadığım bir rolle seyircinin karşısına çıkacağım. Karakterin ismi Yusuf, ilginç bir karakter, biraz karanlık da bir karakter. O yüzden benim heyecanlandığım bir proje, Nurgül Yeşilçay'la, İlyas Ağabey'le, Vildan Atasever'le olacak, birçok başka arkadaşımız var projenin içinde. Nurgül'le ilk projem olacak, Vildan'la da öyle, aslında hepsiyle öyle. Dolayısıyla değişik bir heyecanı var. Hikaye İzmir'de geçiyor. Güzel bir hikaye olduğunu söyleyebilirim, şimdi fazla birşey anlatamıyorum o yüzden.
-Nasıl isterseniz... Biraz özel bir soru olabilir, sizin gençlik yıllarınızda bir süre İsveç'te yaşadığınızı, orada eğitim aldığınızı biliyoruz. Bu deneyimin, orada yaşadığınız dönemin ve eğitimin hem kariyerinize, hem de karakterinize nasıl bir etkisi olduğunu söyleyebilirsiniz?
MF: Ben orada 2.5 - 3 yıla yakın bir zaman geçirdim. Kariyerim anlamında bana büyük bir katkı sağlamadı. Sinema-TV mezunu olmak, kağıt üzerinde bir işe yaramıyor tabii ki. Fakat senaryo yazabilmek anlamında, oyunculuk meselesine girebilmek anlamında bir perspektif kazandırdı bana İsveç, film enstitüsünde okumuş olmak da aynı şekilde. Derslere çok gidemesem de, mükemmel bir şekilde okulu tamamlamış olmasam da... Ama benim bir 2.5 - 3 yıllık kayba ihtiyacım vardı galiba, ki ben bunu bir kayıp olarak görmüyorum çünkü gerçekten derin bir hayat tecrübesi sağladı bana. Haftada 7 farklı işte çalışmak bile aslında insana çok şey öğretiyor. Bir yandan garsonluk yaptım, barda çalıştım, bir tiyatroda çalıştım, vestiyercilik yaptım aynı tiyatroda, kafesinde çalıştım. Hayat ve yapmak istediğin şeyler içindeki o tecrübe, o "gestus" yani hayatın içinde nasıl varolduğun ve o yaptığın meslekle gelişen vücut biçimi, davranış biçimi, yaşam biçimi, bunların hepsi aslında oyunculuğun alanları. Ben en başından beri oyuncu olmak istediğim için bunların hepsini deneyimleme imkanı buldum. Tabii ki bir oyuncunun bir rolü canlandırması ya da bir karakter üzerinde çalışması için hepsini birebir deneyimlemesi gerekmiyor. Yani bir katili oynarken gerçekten cinayet işlemesi gerekmiyor. Fakat değişik değişik insanlarla, değişik değişik milletlerden insanlarla, değişik değişik ortamlarda bulunma fırsatı buldum. Uzun zaman İngilizce okumak zorunda kaldım, kitaplardan dolayı. Çok Türkçe kaynak yoktu İsveç'te. Ondan dolayı bir pratik sağlama imkanım oldu.
Ne yapmak istediğimi çok iyi anladım oradaki zamanım boyunca. Dolayısıyla benim için mükemmel bir deneyim oldu. Biraz da sinema tarihi, sinemaya dair bilgi ve pratik imkanı oldu. Kamerayla, negatifle, montajla, teknik kısımlarla ilgili, çok küçük imkanlarla nasıl birşey yapılır veya daha geniş imkanlarla nasıl başka bir proje şekillenir, her proje kendi imkanını nasıl tasarlar, bir proje geliştirmek ve proje tasarlamak anlamında çok şey öğrenme imkanım oldu. Birlikte çalışabilmek, değişik fikirleri dinleyebilmek, ekip çalışması yapabilmek, kolektif çalışmayı öğrenebilmek anlamında çok büyük katkısı oldu bana.
- Son 1-2 soruyla sizi uğurlayalım Mert Bey. Hali hazırda senaryo yazıyorsunuz, ilerleyen zamanlarda filmlere sadece senaryoyla katkıda bulunmak, yani senarist yönünüzü ön plana çıkarmak şeklinde bir düşünceniz var mı? Veya yönetmenlik?
MF: Şu anda yönetmenlik kısmını bilemiyorum, ileride belki. Ama oynamayı çok seviyorum, bunun buna engel olmasını istemem. Ama fırsat olursa tabii ki bir gün neden olmasın? Kendi hikayemi bulmam lazım çekmem için. Ama şu anda zaten yazdığım zaman da o hikaye benim hikayem oluyor ve bir şekilde ben çekmişim gibi hissediyorum. Yani yazmak da zaten o filmin bir parçası olmak demek, oynamak da, bazen üzerine sadece fikir yürütmek bile öyle oluyor. Daha geçen yeni yazdık, İlksen'le (Başarır) hala 12 tane projemiz var yazılmayı bekleyen, bunların üçünü yazdık şu anda. Bakacağız, yani uzun zaman daha yazacakmışız gibi görünüyor. Birçok arkadaşla da birlikte yazmak istiyoruz, kapımız herkese açık. kutufilm@gmail.com'dan bize ulaşabilirler. Yeni yazarlar, iyi yazarlar, mesleğini senaristlik olarak seçen insanlarla çalışmak istiyoruz.
- Son olarak, en son İntikam dizisinde oynadınız. Önümüzdeki sezonda bir televizyon dizisi için bir görüşmeniz bir projeniz var mı?
MF: Birçok görüşmem var ama henüz kesinleşmiş birşey yok.
- Mert Bey size çok teşekkür ederiz.
MF: Ben teşekkür ederim, sağolun.