Not: Filmi izlemeyenlerin bu yazıyı okumaması tavsiye edilir.
İlk Indiana Jones filmi çevrildiğinde dünyaya gelmeme henüz altı sene vardı. Yani tüm macerayı kaçırdım. Seriyi sıcağı sıcağına izleyebilme olanağım olmadığı için olsa gerek, fanatik bir Indy hayranı olamadım. İlk üç filmi küçükken televizyonda, üzerinde çok da düşünmeden izlediğimi hatırlıyorum. Kısaca serinin bu dördüncü filmi, şöyle ağzımın tadıyla izlediğim ilk Indiana Jones filmi oldu.
Aslında kamçılı adamı beyazperdede izleme ve keşfetme fırsatı bulsaydım, daha ilk andan itibaren favori kahramanlarımdan biri olacağı kesindi. Gerçi şimdi de öyle ama yirmi senelik gecikmeyle! Spielberg’in bir röportajında belirttiği üzere, Indiana Jones karakteri, adı sanı duyulmamış bir çizgi romanın kapağındaki bir karakterden esinlenilerek yaratılmış. Western filmlerinden çıkmış gibi duruşu, başında şapkası, elinde kamçısıyla çok etkileyici ve farklı. Onu farklı ve özel yapan, kuşkusuz herhangi bir süper gücü olması değil; kusursuzluktan uzak, yer yer sakar, kendine has huyları ve mizah anlayışıyla sempati toplayan bir karakter olması.
1981 yılında “Kutsal Hazine Avcıları” ile başlayan Indy serisi, en baştan yapılan üç filmlik anlaşma doğrultusunda “Kamçılı Adam” (1984) ve “Son Macera” (1989) ile devam etti. İlk filmde peşinde koşulan kutsal sandık, ikincisinde yer alan Sankara taşları ve son filmdeki ünlü kutsal kase ile kamçılı adam her filmde gizem dolu bir tarihi kalıntıyı/efsaneyi perdeye taşıdı.
Ve tam on dokuz sene sonra dördüncü filmle, hem de “kaldığı yer”den devam ediyor. Filmin tam adı “Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı”. İsminin belirttiği üzere Jones bu sefer bir kristal kafatasının peşinde koşturuyor. Onun peşinde ise sınırsız güç arayan Ruslar var.
Sinemada koltuğa oturmuş beklerken düşünüyorsunuz... Yirmi yıl sonra gelen bir devam filmi. Bir çok kere baştan yazılan hikayesi. Yönetmen koltuğunda elbette Spielberg. E, haliyle filmden sıradan bir eğlencelik olmasından daha fazlasını bekliyorsunuz. O zaman hemen söyleyeyim, film beklentilerinizi gayet güzel karşılıyor. Kendisinden beklediğimiz saf macera, kovalamacalar, kılıçlar, gizem kokan mekanlar, hepsi mevcut. Harrison Ford da yetmişine yaklaşmışken, bana mısın demeden dağ taş hopluyor, zıplıyor. Belli ki Harrison Ford, karakterini unutmamış ve eksiksiz olarak tekrar başarıyla canlandırabilmiş.
Filmde yer alan diğer önemli karakterlere bakarsak, bu filmde aramıza katılan Henry Jones’un oğlu rolündeki Shia LaBeouf hikayeye yeni eklenen bir karaktere hayat vermiş. Filmde göründüğünde simsiyah deri montu ile kocaman motosikletini sürerken birini hatırlatmaması mümkün değil. İzleyenler zaten bilir ama filmi izlemeyenler bile o kareyi mutlaka bir yerde görmüştür: Marlon Brando, “The Wild One” filmi. Bu atıf, anlattığı zamana uygun olarak Mutt karakterinin delikanlı halini pekiştiriyor.
İlk filmde tanıştığımız bir karakter olan Marion da bu dördüncü filmde tekrar ekibe katılıyor. Eskilerden birini tekrar Jones’un yanında görmek de tabii ki heyecanımızı artırıyor.
Filmin kötü karakteri Spalko rolüyle Cate Blanchett gayet oturaklı bir kötü kadın canlandırmış. Bakışları, tavırları müthiş. (Belki kişisel sempatimden kaynaklanıyordur!) Özellikle, filmde gözüktüğü ilk kareden itibaren etkilendiğim, o kısa-küt kesim saçları soğuk, gri giysileri, kılıcı ve simsiyah gözlüklü imajı ile çizgi romanlardan fırlamış gibi.
Her fırsatta dedikleri gibi, aksiyon sahneleri eski usul yöntemlerle çekilmiş. En azından öyle hissettiriyor. Araba uçurumun kenarında ilerlerken korkutuyor. Bizimkiler şelaleden yuvarlanırken, sular bizi de sürüklüyor sanki. Bunun nedeni sahnelerdeki o doğallık olsa gerek. Filmdeki ışık kullanımı kesinlikle çok özel. Kadrajlar da öyle.
Film içerdiği o kovalamaca sahneleriyle, mekanlarıyla, ışık kullanımıyla eski usul macera filmleri tadında ilerlerken; filmin finalinde karşımıza gelen bilimkurgusal bir sonla şaşırtıyor. O bolca görsel efekt dolu geçit açılma ve uzay gemisi sahneleri filmin genel dokusuyla hiç uyuşmuyor. Dahası, bu tip görüntüler bir Indiana Jones filmine zaten yabancı.
Bir röportajında Harrison Ford şu itirafı da yapıyor: “Kutsal sandık, Sankara taşları ve kutsal kadehten sonra sanki arkeolojik obje kalmamış gibiydi. Sonra birden kristal kafatası fikri çıktı Lucas’tan. Ben ve Spielberg biraz temkinli yaklaştık. Sonuçta efsaneler bir yana, doğaüstü güçler, büyülü olaylar bana göre değil. Ben daha çok insan unsurunu, macera unsurunu seviyorum.” Evet, Ford’un içine sinmeyen bu durumun sebebi muhtemelen filmin neredeyse macera filmi türünden bilimkurgu-fantastik film türüne atlayıvermesi.
On dokuz sene sonra gelen bu film (On dokuz sene bekledim diye başlayamasam da cümleme!) önceki üç filminin genel yapısını hiç bozmadan, yine çok akıcı, özenli bir anlatımla, ancak bazı farklılıklarıyla birlikte efsaneyi devam ettiriyor. Eğer o bahsi geçen dokusal uyuşmazlığı çok da kafaya takmazsanız, rahatlıkla ilk üçünün arasına koyabileceğiniz, seriyi dörtleyen bir film diyebiliriz.
Yönetmenin dediği gibi: “Jurassic Park’tan beri her yaşa hitap eden bir macera filmi yapmamıştım.” Eğer böyle bir film arıyorsanız işte en iyisinden. Hem zaten sırf Spielberg için, 66’lık Ford için izlemeye değmez mi Kamçılı Adam’ın bu son macerası?
Sinemayla kalın efendim…
(Filmin notu: 7/10)