Çektiği ilk kısa film ve videokliplerden itibaren Michel Gondry ile ilgili olarak emin olduğumuz tek bir şey varsa o da oyuncaklarla oynamayı sevdiği. Her tür malzemeyi kullanan, sanki çöpleri eşeleyip eline geçen her şeyi filmlerinin içine katan biri Gondry. Hatta kafasının işleme biçiminin de böyle olduğu iddia edilebilir. Hafızanın, bilincin ve bilinçdışının malzemelerini koskocaman bir torbanın içinden rastgele çekip çıkararak, onları kesip, biçip, birbirlerine ekleyerek ‘anlamlı’ bütünler çıkaran bir illüzyonist. Büyüdükçe, gerçeklik kalıplarımız katılaştıkça artık sadece rüyalarımızdan bize tanıdık gelen yer değiştirmeleri, zaman/mekân kaymalarını hikâyelerle birleştirerek film yapan biri. Sürrealizm ve Dada’nın miras bıraktığı yöntemleri daha konvansiyonel sayılabilecek hikâye anlatma biçimleriyle iç içe örerek filmlerini gerçekleştiren bir yönetmen.
Lütfen Başa Sarın’da ise Gondry ilk defa, film yapma pratiğinin arkasındaki mantığı filminin hikâyesiyle de iç içe geçirerek sinema dünyası içerisinde kendine ait, özgün, ayrıcalıklı bir dâhi koltuğunda oturmak isteyen birisi değil de, oyuncaklarını başkalarıyla paylaşmak ve beraber oynamak isteyen biri olduğunu naif bir şekilde seyircisine söylüyor.
Film, Gondry kliplerini anıştıran siyah-beyaz bir kısa filmle açılıyor. Henüz ne olduğunu tam olarak anlayamıyoruz. Bu prologu anlamlandırabilmek için, film bittiği zaman, video dükkânlarına iade etmemiz gereken videokasetlere yapmamız gerektiği gibi, filmi başa sarmamız gerekiyor. Bu kısa film, Fats Waller adlı cazcının New York’ta değil de Passaic, New Jersey’de, şu an alt katında bir video dükkânı olan bir binada doğmuş ve yaşamış olduğunu anlatıyor. Film ilerdikçe, video kaset dükkânının sahibi olan Bay Fletcher’ın dükkânda çalışan Mike’a anlattığı bu hikâyenin aslında doğru olmadığını Mike ile beraber bizler de öğreniyoruz. Fakat sonra Mike bu hikâyenin pekâlâ da “doğru” olabileceğini, tarihin yeniden yazılabileceğini iddia ediyor ve herkesi de buna inandırıyor. Bu noktada da, filmin en temel dertlerinden biri olan cümle çıkıyor karşımıza: “Geçmiş bizimdir, onu değiştirebiliriz.”
Tuhaf bir şekilde, filmi izlemeden bir gün önce gittiğimiz ‘68 ve Mirası’ panelinde Murat Belge de neredeyse aynı cümleyi sarfederek başlamıştı konuşmasına. Gelecek henüz bir bilinmeyen olduğu için, onu değiştirmek mümkün değildir belki de; ama elimizdeki tarihi geriye dönük olarak, farklı biçimlerde okumak geçmişi ve dolayısıyla bugünü değiştirmemize yarayabilir. Tarih yazımının olası tüm tuzaklarıyla boğuştuğumuz bugünlerde, geleceğe olan inancımızı tazelemek için belki de geçmişi değiştirmeye, yeniden okumaya ve yazmaya çalışmak devrimci bir pratik olarak anlam kazanabilir. Gondry’nin de kendi “küçük” dünyasında yapmaya çalıştığı belki de böyle bir şeydir.
Mahalle Bakkalından Süpermarkete
Bay Fletcher’ın sahip olduğu video dükkânı sadık birkaç müşteri dışında artık çok da iş yapmamaktadır. DVD megastore’ların olduğu bir dünyada, eski bir mahalle videocusu kaç kişinin “ihtiyaç”larını karşılayabilir ki? Bu noktada değişim ve dönüşümün kendisinin değil de yöntemlerinin zalimliğinden bahsetmek, hem filmi hem de bizi muhafazakâr bir nostalji batağından kurtarabilir. Asıl önemli olan soru şudur: Değişim ve dönüşümün tek biçimi illa dayatılan biçim midir? Bu videokaset dükkânının bugünün şartlarına uyum sağlayabilmek için geçireceği dönüşüm illa ki aynı filmlerin binlerce kopyalarının raflarda olduğu, çalışan-müşteri ilişkilerinin resmîleştiği, her şeyin sterilleştirildiği bir yönde mi gerçekleşmelidir? Yoksa bunun başka yolları var mıdır? Diğer bir deyişle, Bay Fletcher’ın eski püskü dükkânının olduğu bina, illa “onların” (hükümet, FBI, sistem… ???) talep ettiği biçimde, etraftaki diğer toplu konutlara uygun bir şekilde mutenalaştırılmalı mıdır? Onlarla aynılaştırılmalı mıdır, yoksa başka türlü bir direniş ve dönüşüm biçimi mümkün müdür?
Film, hikâyesi içerisine aldığı diğer filmleri yeniden üretir ve dönüştürürken, bir yandan tarihin dönüştürülmesi, kentsel dönüşüm, üretim biçimlerinin dönüştürülmesi gibi konulara da el atıyor çaktırmadan. Filmin başındaki kısa filmin hemen arkasından gördüğümüz otoban görüntüsünde art arda giden, birbirinin tıpatıp aynısı otomobillerden, otobanın altına inerek duvara graffiti yapan iki kişiye yapılan geçiş, bize bu hikâyenin kimlerin hikâyesi olduğuna ve neye karşı durmaya çalıştığına dair de birtakım ipuçları veriyor.
Merdiven mafyası Mike ve Jerry’nin nükleer santrale yapmaya çalıştıkları sabotaj girişimi başarıyla sonuçlanamadığı gibi, bu eylem sonucunda Jerry’nin beyni manyetik bir alana dönüşerek dükkândaki bütün videokasetlerin silinmesine sebep oluyor. İkili, geçici bir çözüm olarak, sadık müşterileri Miss Falewicz’in filmi daha önce izlememiş olduğunu da varsayarak, Hayalet Avcıları (Ghostbusters, 1984) filmini kendileri canlandırarak yeniden çekmeye karar veriyorlar. Filmlerin akıllarında kalan sahnelerini, ellerinde ne varsa onları kullanarak yeniden üreten ikili, farkında olmadan yepyeni bir film akımı doğurmuş oluyorlar böylece. Ve buna yine spontan bir şekilde ‘İsveçleştirme’ (Sweding) adını veriyorlar. Filmin bundan sonraki kısımlarında, uzun süre, İsveçleştirilmiş Hollywood prodüksiyonlarının yapım süreçlerini izliyoruz. (…)
Bu yazının tamamını Altyazı Aylık Sinema Dergisi’nin Mayıs 2008 sayısında okuyabilirsiniz.
www.altyazi.net
Yazar: Senem Aytaç