'Meleğin Sırları'nın Perde Arkası

25.03.2008 15:51
'Meleğin Sırları'nın Perde Arkası

Hollywood yapımı ilk Türk filmi olan ‘Meleğin Sırları’na dair sorulmamış, akla gelmeyen bir soru vardı: Hikayenin kahramanı Ebru hayatta mı?

Meleğin Sırları, Hollywood yapımı olması, Nehir Erdoğan’ın performansı, ünlü Amerikalı oyuncuları ve ‘Amerikan rüyası’nın kabusa dönüştüğü sahneleri ile vizyona girmeden yankı uyandırmıştı. Ancak filmin ardında yatan, 24 yıl önce yaşanmış gerçek hikayeyi kimse irdelemedi.

Sinemalar.com olarak film vizyona girmeden önce yönetmen Aclan Büyüktürkoğlu ile yaptığımız röportaja sayfalarımızda yer vermiştik. Filmin 14 Mart’ta vizyona girmesinin ardından, bu dramın dayandığı gerçek hikayeye ve hikayenin kahramanı Ebru’ya dair basında çok haber yer almaması üzerine, Aclan Büyüktürkoğlu’yla ikinci bir röportaj için soluğu İstanbul’da aldık.

Aclan Bey ve filmin dayandığı romanı hem senaryolaştıran, hem de yapımcılığını üstlenen eşi Leslie Büyüktürkoğlu ile, filmdeki dramın aynısından onlarcasının her gün yaşandığı İstiklal Caddesi’nde buluştuk. Filmlerini onlarla birlikte, filmde Ebru’nun annesini canlandıran tiyatro oyuncusu Ayşenil Şamlıoğlu’nun evinde izledik, ardından da başladık sormaya.

Fotoğrafları, fotokritik.com’la fotoğrafçılığa başlayan ve bu sıralar Türkiye’nin en meşhur taksi şoförü olan, geceleri taksicilik yaparken çektiği ‘sokaklarda yaşayanlar’ portreleriyle kareleri Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde arşivlenen Şevket Şahintaş çekti.

Sinemalar.com: Filme dair çok şey soruldu, ama Nehir Erdoğan’ın oynadığı karakter Ebru’nun gerçek hikayesine dair pek konuşulmadı...

Aclan Büyüktürkoğlu: Evet, Ebru’ya dair pek bilgi vermek istemedik. İnsanlar bunun sadece gerçek bir hikayeye dayanılarak yazılmış bir romandan uyarlandığını biliyor...

\"\"S.: Roman, Tülay Pırlant’ın “Rüzgarlı Şehir” adlı romanıydı. Amerika’da aslında Chicago’ya Rüzgarlı Şehir derler; gerçek hikaye de orada geçiyordu değil mi?

A.B.: Evet, olay aslında Chicago’da geçiyor. Ama biz çekimleri Los Angeles’ta yapmayı tercih ettiğimizden, hem Los Angeles Melekler Şehri olarak adlandırıldığından hem de filmin kahramanı da bir nevi ‘kanadı kırık bir melek’ gibi olduğundan, filmin ismini ‘Meleğin Sırları’ koymak istedik.

S.: Neden Hollywood’da çekmeyi tercih ettiniz peki?

A.B.: Birçoklarının düşündüğü gibi daha havalı olsun diye orada yapmadık; koşulları daha elverişli, ve söylemek istediklerimize daha uygun bir yer olduğu için Hollywood’u seçtik. Bir de eşim ve benim yaşadığımız yer Hollywood. Bu endüstrinin olanaklarından yararlanma imkanımız ve bağlantılarımız filmin burada çekilmesini daha kolaylaştırdı.

S.: Filmde Nehir Erdoğan’ı sürekli Hollywood’un ücra köşelerinde sokaklarda dilenirken, içki parası ararken, harap ve bitap bir şekilde görüyoruz. Ebru Hollywood’u aynen bu şekilde mi tecrübe etmiş hakikaten? Bazı insanlar filmde yaşananların gerçekliğine inanmakta zorlandılar, buna ne diyorsunuz?

A.B.: Bu sahnelerdeki herşey göründüğü kadar gerçek. İnanmayanlar hayatı Hollywood filmlerindeki ve tv dizilerindeki gibi zannedenlerden olsa gerek. Halk tabii ki önüne konulanla beslenmek durumundadır. Gündelik koşuşturma sırasında ve yaşamın zorlukları içerisinde pek çok konuda bilgi sahibi olamayabilir. Bu hiç de kınanacak bir durum değildir.

Halkı aydınlatacak olanlar bazı şeyleri kendine iş edinmiş ve bu yoldan ekmeğini kazananlardır. İşte bu noktada durum biraz çetrefilli olur. Çünkü bir biçimde bir yerlere gelmiş iki üç kişi, bir süre sonra olmadık şeylerden söz edip aklınızı karıştırabilir. Kendi gerçeğini size empoze etmeye yeltenebilir.

Ben en çok buna şaşırıyorum. Sen değil Türkiye dışına çıkmak, bulunduğun şehri terk etmemişsin, ondan sonra da okuduğun iki gazete, seyrettiğin üç film, kulaktan dolma beş havalı kelimeyle aniden bilgiç kesilip “bugün dünyanın her yerinde…” diye başlayan cümleler kurup, oralarda hayatın nasıl olduğuna ve olması gerektiğine dair tam anlamıyla bilgiçlik taslamışsın, halk da seni “herhalde bir bildiği vardır” diyerek ciddiye almış. O zaman burada ciddi bir sorun var demektir.

Eğer sen yurt dışı ve ABD gerçeğini bilmiyorsan ve buna rağmen “ne saçma, böyle şey mi olurmuş?” diyorsan kendini tuzağa düşürüyorsun demektir. Bir gün karşına biri çıkıp “en son ne zaman oralarda bulundun, kaç yıl yaşadın?” deyiverir.

Ha bir de yurt dışında bulunup gözünü halkın sorunlarından çok başka yerlere çevirip, bal kaymak yediysen o da yine senin sorunun. Sen öyle yaşamadın diye gerçek değişmez. Orada oturup kendini sorgulaman gerekir. Ama o da cesaret ister.Ebru’nun başına gelenler aslında filmdekinden daha da korkunç şeylerdi.  Ama biz kapkara ve hiçbir umut olmayan bir film çekerek evlatlarını, yakınlarını yurt dışına göndermiş ya da gönderecek insanların yüreklerine korkular sarmak ve fikirlerini değiştirmek istemedik. Bizim derdimiz bazı noktalara dikkat çekmek ve bunu da didaktik olmadan ve hiç kimseye parmağımızı sallamadan yapmaya çalışmaktı.

Bu arada yurt dışında yaşamış hem erkek hem de kadın pek çok seyirciden çok duygusal iletiler aldık. Kimi neredeyse aynı yerden geçmis, kiminin arkadaşı aynen bu patikadan yürümüş. Kimi öyle şeyler yaşamış ki, bugün bile itiraf etmek istemiyormuş, ama filmde gördükleri sanki kendini ifade ediyormuş. Bunlar bizim için doğru yolda olduğumuzu gösteren değerli ifadelerdir.
Filmde yaşananların gerçekliğine inanmayan bay ve bayanlara da iyi uykular dilerim.

\"\"S: Filmin vizyona girmesinin ardından daha önce yurt dışında, alışık olmadığı bir ortamda yaşamış ve kötü tecrübelerle dönmüş insanlardan bir tepki geldi mi hiç?

A.B.: Birçok kişiden mail aldım ama özellikle bir tanesi çok etkileyiciydi. Amerika’da yaşamış genç kızlardan biri İstanbul’da filmi izlerken defalarca hıçkırıklara boğulmuş. “Tam anlamıyla kendimi gördüm beyazperdede” yazmıştı mailinde. İntihar etmenin eşiğine kadar gelmiş. Çevresinin etkisiyle insani pek çok değerini kaybetme noktasına gelmiş, hem kendine hem de başkalarına karşı tam anlamıyla güvenini yitirmiş. Korkunç alışkanlıklar edinmiş ve Türkiye’ye döndüğünde uzun yıllar süren tedavilerden sonra kendini toparlayabilmiş. Film bittikten sonra uzun süre oturduğu yerden kalkamamış.  
 
S.: Filme gelen eleştiriler iki uçta seyrediyor. Yüksel Aytuğ’un başını çektiği bir kesim filmin muhteşem olduğunu düşünürken, Atilla Dorsay ağır eleştirilerde bulunmuş. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

A.B.: Muhsin Ertuğrul’un bir deyişi vardır; “Seyircinin hükmü kesindir, temyize gitmez.” der. Film artık benden çıktı; artık seyircinin filmi. Olumlu ya da olumsuz kararı seyirci verir, ama bence film amacına ulaşmıştır. Ben hiçbir eleştiriyi kişisel algılamıyorum, tam tersine daha çok üretme ve daha çok mücadele etme duygusu uyandırıyorlar.

Kimseden, sırf Türkiye’de doğup büyüdüğüm, eğitimimi burada aldığım, kendi olanaklarım ve ABD’de yaşayan Türk toplumunun katkılarıyla  Hollywood’da film çekmeyi başardığım  için sempati beklemiyorum. Ancak hakedilmedik bir ağırlıkta eleştiri yapılmasını da genç sinemacılar adına istek kırıcı olarak değerlendiriyorum.

Ben mücadeleci bir insanım ama ağır ve hak edilmedik eleştirilerle filmi eleştirenler sadece genç nesil yönetmenlerin gözünü korkutur, birçok yeni yönetmende yılgınlık duygusu uyandırır.  Ben bu tür bir yaklaşımı yapıcı, destekleyici ve cesaretlendirici bulmuyorum. Turk sinemasında son derece iyi işler yapılıyor. Bu işlerin giderek bütün dünya ülkeleri tarafindan ilgiyle izlenmesi de ancak yapıcı ve cesaret verici yaklaşımlarla olur. 

Mesela bana yapılan en iyi iki olumsuz eleştiri İngilizce yayınlanan iki Türk gazetesinden geldi. Çok büyük bir ciddiyetle okudum, bazı noktalardaki endişelerini not aldım. Sonraki filmlerimde kesinlikle aklımda tutacağım değerli iki not var şu an elimde.

\"\"S.: Bu filmin oluşumunda herkesin ayrı ilginç bir hikayesi var aslında. Yapımcılardan Kevin, siz ve eşiniz Leslie... Filmdeki meşhur Amerikalı oyuncular da cabası...

A.B.: Kevin’in (Kenan) bakkal çıraklığından North Carolina’ya uzanan, Leslie’nin de Sacramento’dan Diyarbakir’a, ordan da Ankara ve sonra Hollywood’a uzanan ilginç hikayeleri var gerçekten de...Çok yazıldı çizildi bunlar zaten. İnsanlar filmdeki Amerikalı oyuncuları gördüklerinde tanıyorlar. Amerika’nın en ünlü pembe dizilerinden Days of Our Lives’da ve Türkiye’de de çok sevilen gençlik dizisi Melrose Place’te de oynamış Patrick Muldoon Nehir Erdoğan’ın ilk aşkını, The Shield dizisinin dedektifi Jay Karnes, çalıştığı restoranın sahibini, Nilüfer Açıkalın ise Karnes’ın eşini oynuyor.

\"\"S.: Bütün bu serüvenin başlangıcı olan kitap eşiniz Leslie\'nin eline nasıl geçmiş peki? Filmin ardından kitabın yazarı Tülay Pırlant\'a nasıl tepkiler geldi, onun hayatında neler değişti?

A.B.: Kitap İzmir’de yaşayan bir arkadaşım tarafından bize gönderildi. Hem senaryo hem de yapım aşamalarında Tülay Hanım’la son derece uyumlu çalıştık. Senaryonun her türlü versiyonu kendisine gönderildi. Önerileri alındı. Bazı ricaları üzerine istemediği sahneler düzeltildi. Biz insanın ve sanatçının emeğine saygı duyan bir ekibiz. Bu anlamda romana mümkün olabilen en yakın senaryoyu üretmek için çaba sarf ettik. Sanırım Tülay Hanım da ortaya çıkan sonuçtan son derece memnun. Kitap Goa Yayınları tarafından tekrar basıldı, bu da çok güzel bir haber. Biz de son derece olumlu tepkiler alıyoruz. Hem e-maillerime hem de Facebook’a binlerce tebrik ve teşekkür iletileri geliyor.

S.: Ailesinden, İzmir’deki çevresinden hiçbir tepki, haber gelmedi mi? Tülay Pırlant şu an İzmir’de yaşadığına göre Ebru’nun çevresini de tanıyor ve iletişim halinde demektir?

A.B.: Bizim bu konudaki tek referansımız romanın yazarı Tülay Pırlant’ın tarafımıza aktardığı bilgilerdi. Bu konuda ancak romanda yazıldığı kadarıyla bilgi sahibiyiz. Tülay Hanım Ebru’yu şahsen tanımış ve günlüğü bulan da oymuş. Gerek sözlü olarak, gerekse romandan yola çıkarak bize anlatılan neyse en yakın haliyle resmetmeye çalıştık. Tülay, Ebru’nun ailesi hakkında ser verdi sır vermedi. Biz de ailenin zarar görmemesi ve olayın ajite edilmemesi için böylesini daha uygun bulduk zaten.

S.: Romanda daha birçok şey değişti diye biliyoruz. Ebru’nun gerçek hikayesinde bilinmeyenler, konuşulmayanlar nedir?

A.B.: Hikayenin kokusunu bozmayacak şekilde bir sürü şeyde değişiklik yaptık tabii. En önemlisi hikayenin sonunu değiştirdik. Bunun da sebebi film külkedisi hikayesi olmasa da, umuttan yana bir pay bırakabilme isteğimizdi. Yaşanan onca acı tecrübenin ardından, hala ve daima bir umut olabileceğini göstermek istedik...

\"\"S.: Gerçekte nasıl gelişiyordu olaylar? Gerçek hayatta Ebru’nun hikayesi nasıl bitti?

A.B.: Film zaten Ebru’nun Amerika’da kayboluşunu takiben ailesinin onu aramak için Amerika’ya gidişi ile başlıyor, ve olaylar geri sarılıp Ebru’nun tarafından anlatılıyor. Ebru, İzmirli, orta halli bir ailenin son derece naif kızı. Hayata pembe gözlüklerle bakıyor. Amerika’da bünyesinin alışamayacağı kadar büyük ihanetler ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyor, inanılmaz tuzaklara düşüyor. Hem ruhen hem de fiziken tecavüze uğruyor. Büyük bir aşk yaşıyor, aldatılıyor, onun yarasını sarmak için yaşadığı ikinci aşkta ilkinden de beter bir son geliyor. Aklını kaybediyor, deliriyor.

S.: Peki 24 yıl önce yaşanmış bu hikayenin sonunda ne oluyor aslında?

A.B.: Ebru kayboluyor. Kaybolunca Tülay Hanım, yani filmde Nilüfer Açıkalın’ın oynadığı Ebru’nun çalıştığı restoranın sahibi, konsolosluğa haber veriyor. Ebru’nun ailesi onu aramak için Amerika’ya geliyor. Ancak aradan iki hafta geçmeden Ebru’nun kıyafetleri Chicago’daki Michigan Gölü’nün kenarında bulunuyor. Cesedi hiçbir zaman bulunamıyor ama öldüğü kabul ediliyor ve ailesi oradayken bir cenaze töreni bile düzenleniyor...

S.: Yani Ebru şu an hayatta ve bu filmi izlemiş olabilir öyle mi?

A.B.: Kim bilir...Her zaman bir umut vardır...