Haftalardır Oscar’la yatıp Oscar’la kalkıyor ve üzerimize vazifeymiş gibi Argo mu, Lincoln mü alır gibi manasız konularda görüş bildiriyorduk. Oysa Hollywood ve Beyaz Saray her şeyi çoktan planlamış bile, tören gecesinden anladığımız budur.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, bu yıl belki daha önceki yıllardan bile sürprizsiz bir törendi. Bunun en önemli nedenlerinden biri de asıl sürprizin tören öncesi daha adaylıkların açıklanmasında yaşanmış oluşuydu. Yıl boyunca hemen her ödül töreninden tuhaf bir şekilde sırtı sıvazlanarak ve ödüllendirilerek yollanan Ben Affleck bir şekilde En İyi Yönetmen Oscar’ına aday olmadığında Hollywood’da yaprak kıpırdamadı belki ama bu durumu kimse tam olarak da anlayamadı. Sen hem Altın Küre’de, hem Bafta’larda, hem de Yönetmenler Birliği’nin ödüllerinde zafere ulaş, Oscar’da ise aday bile gösterilme. Oscar tarihinde eşine az rastlanır bir sürprizdi doğrusu bu. Yine benzer şekilde Kathryn Bigelow’un diğer tüm önemli ödüllerin hemen hepsine aday gösterilip Oscar’ın dışında bırakılması yılın bir başka sürpriziydi. Onların yerine ilk 5’e alınan Benh Zeitlin ve Michael Haneke gibi isimlerin varlığı da sürprizli adaylıkların bize daha hoş gelen ama çok da bir şey ifade etmediği açık olan yanıydı. Paul Thomas Anderson’ın yönetmen olarak hiç kale alınmamasıysa düpedüz terbiyesizlik bana sorarsanız ama en nihayetinde Oscar bu, çok da ciddeye alıp asabiyet yaratmanın alemi yok. Yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi, adaylıklar böyle sürprizli olunca, ödüller zaten büyük ölçüde sürprizden arınmış oluyor. Eğer ki Amour gecenin sonunda En İyi Film seçilseydi, ya da Zeitlin veya Haneke törenden En İyi Yönetmen Oscar’ıyla ayrılmış olsaydı o zaman bir sürprizin vuku bulduğunu kabul ederdim ama siz de takdir edersiniz ki, olacak şey değildi. Olup bitenler ne yazık ki sürprizsiz olmasının çok ötesinde, aslında fena halde vahimdi. Neden mi? Açıklamama müsade ediniz. Bu yılki En İyi Film adayları arasında ‘meselesi’ olan filmler çoğunluktaydı. Meselesi derken sözcüğü özellikle tırnak içine aldım zira bu elbette öznel bir durum. Benim için mesele olan şey başkası için olmayabilir (ya da tam tersi). Ama öyle ya da böyle Argo, Lincoln, Zero Dark Thirty, Life Of Pi, Beasts of Southern Wild, Amour, hatta biraz zorlarsak Silver Linings Playbook (kimileri bipolar bozukluğu olan insanlarla ilgili bir bilinç yarattığını falan iddia ediyordu bazı yazılarda) bile bir meseleyi az ya da çok dert edinmiş filmler. Django Unchained için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zira, Tarantino köleliği falan mesele edinmiş değil, aksine bu konuyu istismar eden ve aklı başında bir cümle kuramayan bir film. (Bu arada farketmişsinizdir, nedense Les Miserables’ı ciddiye bile almıyorum.)
OSCAR DA ARGO DEDİ
Uzatmayalım, bu meselesi olan filmler arasında özellikle üç tanesi (Argo, Lincoln, Zero Dark Thirty) bir şekilde ABD tarihinin üç farklı dönemini ve o döneme ait resmi görüşü dile getiren, hatta savunan filmlerdi. Bunlardan özellikle ikisi günümüz Amerikan politikalarına yön veren kesimin de onayladığı yapımlardı. Kısaca hatırlayacak olursak; Lincoln ABD tarihinin en saygın (vaktinde öldürülmüş her Başkan gibi) liderlerinden birini tam da köleliği kaldırdığı dönemde perdeye getiriyor ve bir anlamda Amerikalıların liberal gururunu okşuyordu. Diğeri, yani Argo ise, fırsat bulduğu anda dünyanın en ücra köşesi bile olsa gizli ya da açık bir şekilde müdahale etmekten çekinmeyen CIA’in farklı ve sempatik bir yüzünü sergileyerek yakın dönem Amerikan imajını makyajlıyor ve yenir yutulur bir hale getiriyordu. İşte bu 2 filmin Oscar gecesi taltif edilmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Aslında Zero Dark Thirty de bu iki filme eşlik edebilir, hatta sinemasal kaliteleri sayesinde geride bile bırakabilirdi ama öyle olmadı zira içinde beklenmedik derecede rahatsız edici şeyler vardı. ABD’nin 2001 sonrası dış politikalarını gözler önüne seren ve hatta belli bir ölçüde savunan Zero Dark Thirty’nin sol kanadı rahatsız etmesinin sebeplerini anlamak zor değil. Film CIA’in sonuca gitme yolunda yaptığı işkenceleri onaylayan bir bakış açısına sahip. Peki ama sağ kanat neden rahatsız oldu bundan? Onlar da aslında işlediği bu suçlarla yüzleşmek istemedikleri için tu kaka ettiler filmi. Onlara sorarsanız CIA’in kimseye işkence falan yapmışlığı yoktu. Başta eski Başkan adayı John McCain olmak üzere bazı senatörlerin, yani doğrudan devletin filme saldırması işte bu yüzdendi.
ŞİDDETLE DEĞİL KURNAZLIKLA!
Bugün şunu anlıyor ve görüyoruz ki (Oscar sonrası iyice netleşen manzaraya bakarak) ABD resmi politikalarını idare eden kesim en çok Argo’nun çizdiği portreyi seviyor. Yani ABD dünyada çeşitli operasyonlara kalkışsın ama tıpkı Argo’da olduğu gibi, şiddet yoluyla değil, zekayla, kurnazlıkla ve mümkünse Hollywood eliyle yapsın yapacağını. İşin komik (ya da trajik) tarafı Hollywood da dünden razı ve hazır bu role. Yani sadece film ithal ederek yaptıkları kültürel emperyalizm (sonunda söylettiniz işte) yetmiyormuş gibi bir de CIA’nin taşeronluğunu yapmak istiyorlar, iyi mi?
Oscar ödül töreninin son dakikalarında tanık olduğumuz o tuhaf olaya geliyoruz böylece. Tıpkı 2006 yılında olduğu gibi En İyi Film ödülünü sunmak üzere sahneye davet edilen Jack Nicholson’ın elinde sonucun yazılı olduğu zarf vardı ama o asıl zarf değil yedek olanıydı. Asıl zarf Beyaz Saray’daydı zira. Bunu da önce ne gevelediğine pek anlam veremediğimiz Nicholson’ın arkasında bir perde inince ve etrafı genç askerlerle (dekora bakar mısınız?) bezeli Michelle Obama kameraya dönünce anladık. Sonradan öğrendik ki bu dahiyane fikrin arkasında da yine Hollywood varmış. Harvey Weinstein’ın (tanımayanlar yeni bir pencerede Wikipedia falan açsın lütfen) 17 yaşındaki kızının akıl ettiği bu sahne acilen Oscar gecesinin yapımcılarına fısıldanmış ve onlar da çok beğenerek Akademi Başkanı Hawk Koch ile paylaşmış. Koch da fikri çok beğenince iş Beyaz Saray’a danışmaya kalmış. Kendisine sunulan bu fikre çok sıcak bakan Michelle Obama da “Neden olmasın? Biz zaten Beyaz Saray’da sürekli film izleriz” deyince düğmeye basılmış.
SİPARİŞE GEREK YOK!
2 hafta önce Koch ile birlikte gizlice Washington’a giden iki Oscar yapımcısından Zadan, bakın hangi sözlerle hatırlıyor o anları: “Tıpkı Argo filmindeki gibi bir operasyondu, CIA gibiydik sanki, çok karmaşıktı.” Uzun lafın kısası Amerikan dış politikalarının tüm dünyada masumane bir aklanmasından başka bir şey olmayan Argo’nun yolculuğu, tam da olması gerektiği gibi belki de, Beyaz Saray’da bitti. İnsanın aklına filmi en başından hükümetin sipariş edip etmediği sorusu geliyor doğrusu. Ama Hollywood o kadar teşne ki son zamanlarda, siparişe gerek duymamıştır.
Son bir not; törenin en güzel konuşmalarından birini Daniel Day-Lewis yaptı bence. Herkesin ondan Lincoln’e, özgürlüğe, eşitliğe dair hamaset dolu bir konuşma beklediği gecede arkasında duran Meryl Streep’e dönerek “Ben aslında 3 yıl önce Margaret Thatcher rolüne hazırlanıyordum, Meryl de Lincoln’ü oynayacaktı” diye başlayan konuşması herkesi güldürdü ama biraz asabi bir kahkaha tufanıydı duyduğumuz. Dikkatli gözler kendisine yönelen kameraları fark edip gülümsemeye başlamadan hemen önce Steven Spielberg’ün yüzündeki memnuniyetsiz ve olanlara anlam veremeyen ifadeyi yakalamıştır. Tahminim o ki, bundan sonra Daniel Day-Lewis tüm Amerikan Başkanlarını aynı filmde canlandırsa bile Oscar falan alamaz.