Berlin Film Festivali'nde izleyiciyle buluşan 'Paradise: Hoffnung', 'Promisend Land' ve 'W imie...' tartışılan meseleleri masaya yatırıyor.
Berlinale, bu yıl da 'siyasi festival' olma özelliğini koruyor. Hafta sonu gösterilen üç film; Ulrich Seidl’ın 'Paradise: Hoffnung', Gus van Sant’ın 'Promisend Land' ve Malgoska Szumowska’nın 'W immié' adlı filmleri toplumsal yaralara parmak basıyor.
Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’ın Venedik ve Cannes’da yarışan Paradise (Cennet) üçlemesinin son filmi Hoffnung (Umut) Berlin’de jüri karşısına çıktı. Bir zayıflama kampına giden genç Melanie’nin, kampta çalışan kendinden yaşça büyük bir doktora duyduğu aşkı anlatan yarı belgesel film, toplumda var olan güzellik anlayışını sorguluyor. Seidl’a göre Cennet:Umut, bir Lolita hikayesi. Yönetmenin Cennet üçlemesinin Cannes’da yarışan ilk filmi “Aşk”ta Melanie’nin annesinin seks turizmi için gittiği Kenya’da yaşadıkları beyazperdeye aktarılırken, ırkçılığın altı çiziliyordu. Venedik Film Festivali’nden ödülle dönen üçlemenin ikinci ve en ağır filmi “İnanç” ise, Melanie’nin teyzesinin kendini ilahi aşkta bulmasını konu ediniyordu. Ulrich Seidl, Berlinale’de yaptığı basın toplantısında, kadınlardan sonra erkeklerin tutkularını ele alan bir üçleme hazırlığı içinde olduğunu duyurdu. Üçlemenin adı bile belli: Im Keller-Kilerde.
Cinsel tabular
Polonyalı yönetmen Malgoska Szumowska, 'W imie...' filminde, din adamları arasında yaygın olan eşcinsellik gibi sadece kendi ülkesinde değil, dünyada tabu olan bir konuyu ele alıyor. Eşcinsel olduğunu bilen ve bundan korkan papaz Adam (Adem)’ın bir noktadan sonra cinsel tercihinden kaçamaz hale gelişini anlatan film, aynı zamanda papazın ilgilendiği toplum kenarına itilmiş sorunlu çocukların hayatını da konu ediyor. Papaza ilgi gösteren Eva (Havva)’nın hikayesini de filme ekleyen kadın yönetmen Szumowska, insanoğlunu var oluşundan bu yana meşgul eden ilişkiler yumağını beyaz perdeye taşıyor. Szumowska geçen yıl da Juliette Binoche’un başrolünü oynadığı “Elles” adlı filmiyle Berlinale’ye katılmış, beğeni toplamıştı. Eleştirmenler yönetmenin yeni filminin Elles kadar iddialı olmadığını öne sürüyor.
Çevre kirliliği
Gus van Sant’ın ses getiren “Promised Land” filmi de küresel bir soruna ışık tutuyor; Çevre kirliliği. Amerika’da bir köyde doğal gaz aramak isteyen büyük bir şirketin, orada yaşayan çiftlik sahiplerini ikna etme çabası filmin ana teması. Sermaye sahiplerinin ABD’yi petrol zengini Ortadoğu’dan ekonomik, dolayısıyla siyasi olarak bağımsız kılmakla gerekçelendirdikleri doğal gaz arama çalışmalarının görünmeyen bir yüzü var; o da zehirli kimyasallarla çevreye verilecek zarar. Film, sermayedarın yanındayken, çevreciler tarafına geçen bir çalışanın sosyal romantizmi üzerine kurulmuş. Bu sosyal romantiği Matt Damon canlandırıyor. Damon, “The Office” den tanıdığımız Krasinski ile birlikte senaryonun yazılmasına da katkıda bulunmuş. Berlin’de düzenlenen basın toplantısında konuşan Matt Damon, senaryonun asıl derdinin Amerika’nın kimlik arayışını ortaya çıkarmak olduğunu söyledi. 18 Miyon Dolara ve bağımsız olarak finanse edilen film, Amerika’da Ocak ayından bu yana gösteriliyor, ancak bugüne kadar sadece 7,5 Milyon Dolar ciro yapmış. Filmin yapımcıları, Berlinale alınabilecek ödüle ve Haziran’da gösterime girecek, ABD’ye göre daha çevreci olan Avrupa’ya güveniyor.
Altın arayışı
Almanya’nın bu yılki ilk yarışma filmi “Gold”- Altın, bugünün değil ama 19. yüzyılın doğal kaynak hırsını ele alan bir Western. Thomas Arslan imzalı film Kanada’da geçiyor ve yedi kişilik bir grubun altın arayışını anlatıyor. Filmin özelliği altın arayan grubun, Amerika’ya göç eden Almanlardan oluşması, altın hırsı kadar grup psikolojisini de ön plana çıkarıyor olması. Berlin okulunun temsilcisi olan Arslan, Altın filmiyle eleştirmenleri şaşırtmışa benziyor. Filmlerinde genellikle oyuncularını bekletmeyi tercih eden Arslan’ın, bu kez onları bir hedefe doğru yolculuğa çıkarıp, bunu yaparken de Western kurallarını tartışmaya açmış olması izleyenleri pek mutlu etmemiş. Arslan’ın duyguları oyuncuların değil izleyicilerin yüzüne yazmayı hedefleyen anlatım tarzının Western’e uymadığını düşünenlerin sayısı az değil. Thomas Arslan ise filmini bir Western olarak tanımlamıyor. Jürinin ne yönde karar vereceği meçhul ancak, Alman basını festivale katılan tek Alman yönetmenin filminden umudu kesmiş görünüyor.
Elli yaşındaki Thomas Arslan, adından da anlaşılacağı gibi saf bir Alman değil. Alman bir anne ve Türk bir babanın çocuğu olarak Ankara ve Essen’de yetişen Arslan, Berlin sinema ve Televizyon Akademisi’nden mezun oldu. Arslan ilk kez, Berlin’de yaşayan, çoğu Türkiyeli göçmen gençlerin hayatını anlatan Kardeşler, Dealer ve Güzel Bir Gün üçlemesiyle dikkat çekti. Yine Berlinale’de gösterilen Uzaktan adlı filmini de aynı kategoride değerlendirmek mümkün. Arslan, Tatil ve Gölgede filmleriyle geçtiğimiz yıllarda Berlin Okulu’nun sadık temsilcisi olduğunu bir kez daha göstermişti. Filmleri gibi ağır, derin ve çekingen olan Arslan, ilk kez Berlinale’de yarışıyor ve Alman medyası tarafından ilk kez bu kadar sık Alman yönetmen olarak tanımlanıyor. Aslında bu bile başlı başına Berlinale’ye özgü sosyal ve siyasi içerikli bir konu. Özetle; Avusturya’da şişman çocuklar, Polonya’da eşcinsel papaz, ABD’de doğal gaz, Kanada’da altın hırsı ve Alman göçmenler… Berlinale, bu yıl da eğlenilen değil, dünya sorunları üzerine düşünülen bir festival olmayı sürdürüyor.