Ülkemizde gösterime girmesini kuşkusuz “Horrorfest” festivaline borçlu olan bir film Ölüm Bekçisi, Amerika’da her yıl Kasım ayında yapılan korku filmleri festivalinde ironik olarak “Uğruna Ölünecek 8 Film” başlığı altında gösterildi. 9-18 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen festivalde diğer yedi film arasından sıyrılmayı da başarmış görünüyor. O ana değin dağıtım problemleri yaşayan ekip bu sayede rahat bir nefes alıp, uluslararası arenaya çıkarak, fark edildi. Aslında bu sorunları tam olarak aştıkları da söylenemez. Hong-Kong, Singapur ve Almanya biletini alabildiler sadece.
Filmin künyesine bakıldığında ise tüm bakışı değiştirecek dipnotlar fark etmek mümkün. 1999 yapımı Tv filmi “The Darklings” senaryosu ile pek dikkat çekmese de, 2002 yapımı “They (Onlar)” ile fark edilen senarist Brendon Hood korku filmlerine devam ediyor. 1988’de “Sotto il vestito niente 2” adlı İtalyan korku filmini hem yazıp, hem de yöneterek kariyerine başlayan Dario Pina da tıpkı senaristi gibi, kariyeri boyunca korku türüne hizmet etmiş bir isim. İrili ufaklı Tv yapımlarında, kalabalık senaryo ekibinde diğer türlerde de iş üretmesine rağmen, kendine ait üretimlerinde suç öğesini, korkudaki dramayı sıkça kullanıyor ya da kullanmıyor, seviyor! Pina-Hood ikilisinin korku sinemasına gönülden bağlı oluşları bu bakımdan filme bakışı biraz değiştiriyor. Biliyoruz ki, filmin başarısı ne olursa olsun, ikisi de üretmeye devam edecekler.
Hali hazırda bilinen gerçeği burada söylemekte fayda var. Eğer korku filmi hayranı iseniz, korkmaya düşkün olduğunuz için, film boyunca kurulan atmosfere hayransınızdır. Türün janrına hayransınızdır. Kim ne derse desin, kötü olduğunu söyleseler bile izlersiniz filmi. Bu yönden bakıldığında, yönetmene de senariste de haki olan duygu aynı… İkilinin filmi yaparken amaçları muhtemelen türe bir şeyler katmak olmuştur. Bu yönde de birçok referans vermekten çekinmemişler. Ama bunların tadında kalması gerektiği kuralından anlaşılan haberleri yokmuş. Yeni yaratık üretme çabası ne kadar hoş olsa da, sanki melez gibi görünüyor. Ordan bir parça, buradan bir parça şeklinde.
Hokey maçı sırasında topla belki de çok oynayan Ian, takımını kurtaran golü atar ama zaman dolmuştur, gol geçerli sayılmaz. Zaman ilerlemez Ian için... Arabasıyla giderken yolu kaplayan şeyi görür. Dokunur dokunmaz bambaşka bir yerde, başka bir hayata uyanır. Finale kadar zaman durmaya, Ian başka hayatlarda uyanmaya devam edecektir. Bu noktada da film orjinalliğinden kaybeder bolca…
1993 yapımı Harold Ramis filmi “Groundhog Day-Bugün Aslında Dündü” filmindeki haber sunucusu Phil Morris gibi aynı günü yaşamaktadır Ian Stone… 2004 yapımı “The Butterfly Effect-Kelebek Etkisi”ndeki Evan Treborn gibi farklı hayatlara uyanmaktadır. Tüm bunların arkasında da 1998 tarihli Alex Proyas başyapıtı “Dark City-Karanlık Şehir”deki gibi her şeyi değiştiren kötülerdir. Üstelik gariptir ki, bu ruh emici yaratıklar adeta “Matrix”ten kiralanan kostümler içinde dolanmaktadır.
Hatırlattıklarına bir ekleme daha yapmakta fayda var. Paker-Stone ikilisinin kült çizgi serisi “South Park” karakterlerinden Kenny de her bölüm farklı şekillerde ölüyor, herkesin favori karakteri halini alıyordu. Fimin temel sorunlarından biri de bu zaten. Birçok filmi fazlaca hatırlatıyor olması. Daha da dallanıp budaklanacak detaylara ise hiç girmiyorlar. Örneğin Ian Stone hep aynı şekilde ölüyor. Farklı ölümler, gerilime kuşkusuz daha fazla katkı yapardı.
Filmin her şeyi hatırlatması dışındaki diğer eksisi de her şeyi bilen adam faktörü. Ian’in sürekli karşılaştığı adam, her defasında bilgi veriyor, yardımcı oluyor ama izleyiciye azap veriyor adeta. Girdiği her sahneden sonra ne olacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
İlk önce Amerika’da çekilmesi planlanan film daha sonra İngiltere’de çekilmiş ama pek bir şey fark etmiyor. Amerikan havası filmin üzerinde olmaya devam etmiş. Oyuncular da senaryonun garipliğinden muzdarip çok karakterli, çok katmanlı oynamak zorunda kalıyor haliyle. Mike Vogel için ciddi bir çıkış mümkün olabilir, “Star Trek” filmi için Kaptan Kirk rolüne düşünülen isim olarak anılmaya başlanan oyuncu yakın zamanda daha sık görüneceğe benziyor.
Dexter’in ikinci sezonunda ruh hastası alternatif kötümüz “Lila” karakteriyle öne çıkan Jamie Murray’ı yine kötülerden biri olarak görmek de gayet hoş. Dizideki karakterine benzer bir rolü oynamakta da zorlanmamış.
Filmin yaratıklarını tasarlayan Stan Winston’u da anmakta fayda var. Beyazperdedeki yaratıkların efendisi, bilinen yaratıklara yeni eklemeler yapma denemelerini sürdürüyor. Bu anlamda özellikle karanlıkları seven Hood ile iyi bir ikili oluyorlar.
Her ölümle yeni bir gerilme, yeni bir pencere açan filmin en büyük artısı ise sürekli tekrarlarla sıkıcı olmak çizgisini fazla zorlamadan bitmesi oluyor. Süre olarak tam da kıvamında...
Birkaç absürd ayrıntıya rastlamak da mümkün. Bunlardan biri filmin finalinde görünen “Sonsuza dek yaşayacakmışsın gibi hayal kur, yarın ölecekmişsin gibi yaşa” sözü. Anlaşılan filmi izah eden amca yetmemiş ekibe, son bir mesaj vermek istemişler.
Tüm bu notların sonunda birçok filmden yapılmış kolajlarla daha çok sıradan televizyon dizisi ya da filmi gibi duran “Ian Stone’un Ölümü” tadı tuzu olmayan bir film. Kurtaran tek noktası ise yapım ekibinin de korku gönüllüsü olması…
Filmin künyesine bakıldığında ise tüm bakışı değiştirecek dipnotlar fark etmek mümkün. 1999 yapımı Tv filmi “The Darklings” senaryosu ile pek dikkat çekmese de, 2002 yapımı “They (Onlar)” ile fark edilen senarist Brendon Hood korku filmlerine devam ediyor. 1988’de “Sotto il vestito niente 2” adlı İtalyan korku filmini hem yazıp, hem de yöneterek kariyerine başlayan Dario Pina da tıpkı senaristi gibi, kariyeri boyunca korku türüne hizmet etmiş bir isim. İrili ufaklı Tv yapımlarında, kalabalık senaryo ekibinde diğer türlerde de iş üretmesine rağmen, kendine ait üretimlerinde suç öğesini, korkudaki dramayı sıkça kullanıyor ya da kullanmıyor, seviyor! Pina-Hood ikilisinin korku sinemasına gönülden bağlı oluşları bu bakımdan filme bakışı biraz değiştiriyor. Biliyoruz ki, filmin başarısı ne olursa olsun, ikisi de üretmeye devam edecekler.
Hali hazırda bilinen gerçeği burada söylemekte fayda var. Eğer korku filmi hayranı iseniz, korkmaya düşkün olduğunuz için, film boyunca kurulan atmosfere hayransınızdır. Türün janrına hayransınızdır. Kim ne derse desin, kötü olduğunu söyleseler bile izlersiniz filmi. Bu yönden bakıldığında, yönetmene de senariste de haki olan duygu aynı… İkilinin filmi yaparken amaçları muhtemelen türe bir şeyler katmak olmuştur. Bu yönde de birçok referans vermekten çekinmemişler. Ama bunların tadında kalması gerektiği kuralından anlaşılan haberleri yokmuş. Yeni yaratık üretme çabası ne kadar hoş olsa da, sanki melez gibi görünüyor. Ordan bir parça, buradan bir parça şeklinde.
Hokey maçı sırasında topla belki de çok oynayan Ian, takımını kurtaran golü atar ama zaman dolmuştur, gol geçerli sayılmaz. Zaman ilerlemez Ian için... Arabasıyla giderken yolu kaplayan şeyi görür. Dokunur dokunmaz bambaşka bir yerde, başka bir hayata uyanır. Finale kadar zaman durmaya, Ian başka hayatlarda uyanmaya devam edecektir. Bu noktada da film orjinalliğinden kaybeder bolca…
1993 yapımı Harold Ramis filmi “Groundhog Day-Bugün Aslında Dündü” filmindeki haber sunucusu Phil Morris gibi aynı günü yaşamaktadır Ian Stone… 2004 yapımı “The Butterfly Effect-Kelebek Etkisi”ndeki Evan Treborn gibi farklı hayatlara uyanmaktadır. Tüm bunların arkasında da 1998 tarihli Alex Proyas başyapıtı “Dark City-Karanlık Şehir”deki gibi her şeyi değiştiren kötülerdir. Üstelik gariptir ki, bu ruh emici yaratıklar adeta “Matrix”ten kiralanan kostümler içinde dolanmaktadır.
Hatırlattıklarına bir ekleme daha yapmakta fayda var. Paker-Stone ikilisinin kült çizgi serisi “South Park” karakterlerinden Kenny de her bölüm farklı şekillerde ölüyor, herkesin favori karakteri halini alıyordu. Fimin temel sorunlarından biri de bu zaten. Birçok filmi fazlaca hatırlatıyor olması. Daha da dallanıp budaklanacak detaylara ise hiç girmiyorlar. Örneğin Ian Stone hep aynı şekilde ölüyor. Farklı ölümler, gerilime kuşkusuz daha fazla katkı yapardı.
Filmin her şeyi hatırlatması dışındaki diğer eksisi de her şeyi bilen adam faktörü. Ian’in sürekli karşılaştığı adam, her defasında bilgi veriyor, yardımcı oluyor ama izleyiciye azap veriyor adeta. Girdiği her sahneden sonra ne olacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
İlk önce Amerika’da çekilmesi planlanan film daha sonra İngiltere’de çekilmiş ama pek bir şey fark etmiyor. Amerikan havası filmin üzerinde olmaya devam etmiş. Oyuncular da senaryonun garipliğinden muzdarip çok karakterli, çok katmanlı oynamak zorunda kalıyor haliyle. Mike Vogel için ciddi bir çıkış mümkün olabilir, “Star Trek” filmi için Kaptan Kirk rolüne düşünülen isim olarak anılmaya başlanan oyuncu yakın zamanda daha sık görüneceğe benziyor.
Dexter’in ikinci sezonunda ruh hastası alternatif kötümüz “Lila” karakteriyle öne çıkan Jamie Murray’ı yine kötülerden biri olarak görmek de gayet hoş. Dizideki karakterine benzer bir rolü oynamakta da zorlanmamış.
Filmin yaratıklarını tasarlayan Stan Winston’u da anmakta fayda var. Beyazperdedeki yaratıkların efendisi, bilinen yaratıklara yeni eklemeler yapma denemelerini sürdürüyor. Bu anlamda özellikle karanlıkları seven Hood ile iyi bir ikili oluyorlar.
Her ölümle yeni bir gerilme, yeni bir pencere açan filmin en büyük artısı ise sürekli tekrarlarla sıkıcı olmak çizgisini fazla zorlamadan bitmesi oluyor. Süre olarak tam da kıvamında...
Birkaç absürd ayrıntıya rastlamak da mümkün. Bunlardan biri filmin finalinde görünen “Sonsuza dek yaşayacakmışsın gibi hayal kur, yarın ölecekmişsin gibi yaşa” sözü. Anlaşılan filmi izah eden amca yetmemiş ekibe, son bir mesaj vermek istemişler.
Tüm bu notların sonunda birçok filmden yapılmış kolajlarla daha çok sıradan televizyon dizisi ya da filmi gibi duran “Ian Stone’un Ölümü” tadı tuzu olmayan bir film. Kurtaran tek noktası ise yapım ekibinin de korku gönüllüsü olması…