İzleyeceği filmi seçerken künyeye bakan her sinemaseverin favorisidir Yavuz Turgul. Adının geçtiği her filmde sağlam bir dramatik yapı olması kendi imzasıdır. Bir de üzerine kadronun iyi olması, Şener Şen faktörü, birkaç kuşaktan gelen erkek oyuncular ağırlıklı künyesi ile ön plana çıkan fragmanı çıkar çıkmaz büyük beklenti yaratan “Kabadayı” her yaştan izleyiciyi sinemaya çekiyor. Kuşkusuz yaratılan bu albeni daha uzun süre devam edecek…
Artık ununu eleyip duvara asmış, zamanının ünlü kabadayılarından oluşan arkadaş grubunun halı saha maçı ile açılan film, uzun süre onların sağlam arkadaşlıklarına odaklanıyor. Ali Osman kadeh kaldırma sırasını alıp kalakalıyor. Filmle ilgili ilk ipucu geliyor. Sadece filmin finali düşünülerek yaratılmış görünen tıp literatüründe olmayan bu garip unutkanlık hastalığıyla tanışıyoruz. Arkasından çok sonra gelen polaroid makine ile yaratılmış çözüm arayışı “akıl defteri”nden çağrılmış bir konuk oyuncu. Filmin dramatik yapıdaki eksikleri teker teker dökülüyor.
Ali Osman hayatına dahil olan oğlu ile yeni maceraya girişiyor. Şener Şen yine eski zamanda kalmış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Eski eşkıya, eski kebapçı, eski kabadayı diyerek hep kendi zamanına yetişemeyecek galiba. İyi bir oyuncudur evet ama bugününü yaşayanı, bugüne ait bir karakteri de ustalıkla oynayacağı kimin aklına gelecek merak ediyorum.
Uzun uzadıya gösterdiği eski kabadayılar dayanışmasını kendi elleriyle ihanetle bozan öykü, madem Ali Osman’ı tek başına sahipsiz bırakacak, neden bizi uzun süre oyalıyor meçhul!
Hikaye ilerledikçe yönetmenlik zayıflıkları da başlıyor. Bütüne hiçbir şey katmayan bir çok sahne perdeden gelip geçiyor. Özellikle kilit sahnelerden biri olan bar basma sahnesi çok zayıf bir sahne olarak algılanıyor o bütünün içinde. Beklentileri boşa çıkarıyor. Yavuz Turgul, her zamanki alışkanlığının aksine sanki “filmi aslında ben yönetiyorum” der gibi senaryosu ile, sözleri ile, filmin içinde dolaşıyor sanki. Sinema sanatının temelinin sözcükler değil yaratılan görüntüler olduğunu unutmuş gibi her sahneyi tamamlamaya girişiyor. Gösterdiği ile yetinmeyerek son sözü o söylüyor. Bu da bir anlamda seyirciyi dışarıda bırakıyor. Bu sözler için çeşitli karakterleri kullanıyor ama en fazla Sürmeli’yi. Bu noktada belirtmek gerek, filmin en güçlü karakteri Sürmeli. Mert bir eşcinsel karakteri yaratılmış, üzerine Rasim Öztekin’in bu bıçak sırtı role kazandırdığı sempati son derece yerinde olmuş.
Turgul, hikayeyi oluştururken yakaladığı ana damarlara sıkı sıkı sarılıyor. Film boyunca sayısız kez tekrar edilen “mermi ile ölenlerin şerefine” ve “fukaranın çorbasını unutmayın” cümleleri çok fazla tekrar edilerek vuruculuğunu yitiriyor. Özellikle son üç sahnede “fukara çorbası” kelimesine yapılan vurgu sadece çorbayı kabak tadına çeviriyor.
Duru bir senaryo yerine laf kalabalığına dönüşen senaryo, yaratılması gereken bütüne de zarar veriyor. Hiç gereği yokken Devran’ın geçmişini öğreniyoruz. O sahneye dek kalpsiz, duygusuz neredeyse hiç rengi olmayan Devran bir anda insanlaşıveriyor. Ama yine filme hiçbir katkısı yok. İki ayrı Devran karakteri görüp, şaşı bakmamızı sağlamaktan başka bir işe yaramıyor. Karaca rolündeki Aslı Tandoğan’ın başarısız oyunculuğu dışında; iyi oynanmış ama iyi yazılmamış, iyi yönetilmemiş bir film Kabadayı.
Hemen hemen tüm sahnelerde son sözü seyirciye bırakmayan, son sözü kendisi söyleyerek laf kalabalığı yaratan Turgul, bu sayede iyi bir yönetmenliğe de izin vermiyor. Bugüne dek filmlerinde çok fazla karakter yaratmayan, merkeze üçten fazla karakteri koymayan Yavuz Turgul, kalkıştığı çok karakterli öykünün altında adeta eziliyor. Yine az ama öz karaktere odaklansa, yaratabileceği bir başyapıtı ıskalayarak, beklentilerin çok altında vasat bir filme imza atıyor…