Daha önce “Esaretin Bedeli-The Shawshank Redemption” ve “Yeşil Yol-The Green Mile”ı yaparken Stephen King’in edebi kataloğunun daha soft yapıtlarını temel alan yazar-yönetmen Frank Darabont, bu kez yazarın daha kısa ama daha dikenli korku öykülerinden birisini ele alırken sıradışı bir tercih yapmışa benziyor.
King’in daha yakın dönemde yazdıklarını Oscar heykelciklerine ve adaylıklarına dönüştürdükten sonra “Öldüren Sis-The Mist” gibi King kataloğunda biraz daha kenarda köşede kalmış bir yapıtını neden sinemaya taşımak istemiş olabilir? Darabont bugüne kadar Stephen King öyküleriyle yüreklerimizi ısıtmış bir yönetmendir. Peki ama böyle olması ona, King’in ilk öykülerinden birisiyle karşımıza çıkarak kanımızı dondurma hakkını verir mi?
“Öldüren Sis-The Mist”i izlerken beyazperdeden ve sinema salonundan gelen çığlıklara kulak vermemeye çalışmak gibi ağır baskı altında kalmış olsak da bu soruya çok kesin bir “Evet” diyoruz. Darabont “Öldüren Sis”le herşeyden önce “A sınıfı film” tadında ve kalitesinde bir B sınıfı filmin en iyi şekilde nasıl yapılabileceğini göstermiştir. Bunu yaparken de canavar filmi hilelerini, modern özel efektlerle destekleyerek kullandığını görüyoruz.
Filmin öykü akışı Stephen King’in adeta klasikleşen öykü akışıdır. Sıradan insanlar olağanüstü koşullar altında bırakılır. Kimin öldüğüne, kimin ölmediğine bakılır. Kim kendi içsel gücünü bulmayı başardı, kim gizli saldırganlığını, çılgınlığını sergiledi, gibi detaylar ortaya konulur.
Küçük bir sahil kasabasında şiddetli bir fırtına patlaması üzerine sanatçı David Drayton (Thomas Jane), karısı Stephanie (Kelly Collins Lintz) ve oğlu Billy (Nathan Gamble) ile birlikte evinin bodrum katına sığınır.
Sonrasındaki gelişmeler klasik Stephen King çizgisindedir. Süpermarketin dışındaki yaratıklar korkutucudur ama içerideki insanların bir kısmı da öyledir. Portresini Andre Braugher’in çizdiği New York’lu bir avukat vardır. Yardım bulmak için dışarı çıkmaları gerektiğinde ısrar eder.
Ayrıca herşeye burnunu sokmasıyla tanınan işgüzar yapılı Bayan Carmody (Marcia Gay Harden) adlı bir kadın vardır. Çılgınca Kutsal kitaplardan bölümler okumaya başlar. Bunlar dünyada herşeyin daha da kötüye gideceğine dair bölümlerdir. Modern insanın yaptığı “Ayda yürümek, atomu parçalamak, kök hücre çalışmaları ve kürtaj” gibi bilimsel atılımlar ve sıçramalar yüzünden Tanrı’nın dünyayı lanetlediğini, insanları gözden çıkardığını ve dünyanın sonunun gelmesini önlemek için radikal tedbirler alınması gerektiğini söylemeye başlar. David bu düşünceler karşısında donup kalır. Dışarıdan gelen baskıdan çok daha fazlası içerideki insanlardan gelmektedir.
Diğer market müşterilerini ve market yöneticilerini deneyimli karakter oyunculardan oluşan bir kadro canlandırdı. Markettekileri uyaran adam olan mavi-yakalı ( işçi sınıfı için kullanılan deyim) kasabalı Jeffrey De Munn rolünde William Sadler oynarken, gözüpek genç rolünde Chris Owen; çelik gibi sert mizaçlı öğretmen rolünde Frances Sternhagen kamera karşısına geçtiler.
Bu aktörleri ismen tanımayabilirsiniz ama inanın bana onları başka filmlerden çok iyi biliyorsunuz. Hepsi de bu tipte bir materyale cuk oturan doğru tonu tutturarak oyunlarını ortaya koymuşlar.
Ancak bu tipteki materyaller, aktörlerin şov alanı değildir. Başarılı veya başarısız olunması, büyük oranda yönetmen ve senaryo yazarının yeteneğine bağlıdır. Stephen King’in öyküsünü sadece uyarlamakla yetinmeyen Darabont, geliştirmek için birçok yöntem keşfetmiş. Bunlar arasında 1980’de yayınlanan öyküde bulunmayan korkutucu final sahneleri de var. Ayrıca Darabont’un yönetim tarzı da kusursuz. Marketin içinde meydana gelen terör ortamını yansıtırken elde taşınır kameraları kullanmayı tercih ederek ürkütücü yakın çekimlere yer verdiğini görüyoruz.
Sis tabakasının içinden çıkan canavarların izleyiciye gözüktüğü sahneler için Darabont’un elinde süper efektler uygulayacak kadar fazla bütçe vardı. Ayrıca filmin efekt bölümünün başında Gregory Nicotero gibi bir özel efekt sihirbazı bulunuyordu. Bütçeyi kullanarak görkemli özel efektlerle yaratıkları gösterdiler. Ancak bir yandan da izleyici ne kadar azını görürse daha ürkütücü olur ilkesini uygulamayı ihmal etmediler. Bu da sis içindeki canavarların yarı yarıya gözükmesi anlamına geliyordu. Gerisini izleyici kendi hayalinde canlandıracaktı. Bir canavarın her açıdan uzun uzun gösterilmesine kıyasla, yarı yarıya göstermek çok daha korkutucu olacağı için gerisini izleyicinin hayal gücüne bıraktılar.
Aslında filmin en ürkütücü karakteri Marcia Gay Harden’in oynadığı karakterdir. Bıkmadan usanmadan hiç durmaksızın Kutsal kitaptan bölümler okur; Amerikan komplo teorisinden örnekler verir. (Kimileri ‘Öldüren Sis-The Mist’in Dini İnanç karşıtı olduğunu öne sürerek kitaba ağır eleştiriler getirmişlerdi. Aslında kitap kesinlikle İnanç karşıtı değil, çılgınlık karşıtıydı).
Ayrıca aşırı derecede açıklama yapmanın korku filmlerini öldürdüğünü çok iyi bilen Darabont, “Neden?” sorusu üzerine odaklanmak yerine “Biraz sonra ne olacak? Sırada kim var?” gibi sorulara odaklanmayı tercih ederek en doğrusunu yapıyor. Bunun sonucunda “Öldüren Sis-The Mist”teki gerilim düzeyi asla gevşemiyor.
Bu filmi yaparken Darabont’un etkilendiği yönetmenler olduğu ortada… İlk bakışta George A. Romero’nun çalışmalarına benzetebilirsiniz. Ayrıca Rod Serling’in “Twilight Zone”daki banliyö paranoyasından; John Carpenter’ın “The Thing” adlı filmindeki izleyici üzerinde baskı kuran geriliminden de etkilenimler var.
Ve “Öldüren Sis-The Mist”te ayrıca insanların başka insanların saldırısına uğramasından daha çok canavarların saldırısına uğramasına odaklanması nedeniyle sürpriz biçimde retro bir hava olduğunu da söylemek gerekir. Bilindiği üzere günümüz korku ve gerilim filmleri ortamında, sadist insanların işkence yaptığı “Testere-Saw” ve düşmanlığın kol gezdiği “Hostel” gibi filmler egemen durumda… Bu açıdan bakarsak, “Öldüren Sis-The Mist”in canavarlar üzerine kurgulanmış olmasıyla klasik gerilim filmlerinden olduğu söylenebilir.
İzleyici ve eleştirmenlerin çoğu, “The Mist”te daha derin anlamlar bulmaya çalışacaklardır. Sisin kasaba üzerine çöküşünün yarattığı kaosun 11 Eylül sabahını çağrıştırdığı; markete sığınma olayının Katrina kasırgası sırasındaki tahliyeleri çağrıştırdığı; Thomas Jane ile Marcia Gay Harden’in oynadığı karakterler arasındaki çatışmanın Amerikan toplumunda din üzerine yapılan geniş ölçekli tartışmaların küçük bir minyatürü gibi olduğu söylenebilecektir.
Ancak her olguyu derinlerde yatan başka bir olguyla açıklayan Dr. Freud’dan –veya belki Dr. Frankenstein- farklı bir açıklama yaparsak bir canavar sonuçta sadece bir canavardır. Bunu günümüzle ilgili başka konulara bağlamak gerekmez. Stephen King bu öyküyü 1980 yılında yazmıştı. O yıl, Reagan’ın başkanlığının ilk yılıydı. Loverboy grubunun ilk albümü yayınlanmıştı. Rubik küpü piyasaya çıkmıştı. Kısacası ortada ne 11 Eylül, ne de Katrina kasırgası vardı.
Sonuç olarak, Stephen King’in 1980 yılında yazdığı bu gerilim öyküsü, Darabont’un iyice cilalaması ve sunumuyla orijinalinden bile çok daha iyi olmuş. King de Darabont da bir canavarın sadece bir canavar olduğunun bilincindeler… Kamera arkası ve önündeki yetenekli insanların elinden çıkan “Öldüren Sis-The Mist”, bir canavarın sadece bir canavar olmaktan daha fazlası olabileceğini kanıtlayan bir yapıt…