İstanbul Film Festivali Akbank Galaları kapsamında gösterimi yapılan 2010 yapımı bir Robert Redford filmi The Conspirator. Amerikan bağımsız sinemasının en önemli temsilcilerinden biri olan ve Sundance Enstitüsü’nün kurucusu da olan Robert Redford’un yeni filmi The Conspirator, Abraham Lincoln cinayetinden sonraki soruşturmaları, buhranı ve siyasi baskının kanunlar üzerindeki etkisini anlatıyor.
İç savaştan çıkalı henüz çok olmamışken 15 Nisan 1865 tarihinde Abraham Lincoln, eşiyle birlikte tiyatro izlemeye gider ancak ona kurulan komplodan tamamen habersizdir. Tiyatro oyuncusu John Wilkes Booth’un tek kurşunu ile öldürülen Amerikan Başkanı, ölümü ile arkasında kaosa sürüklenmiş bir devlet bırakmıştır. Sadece başkanı değil başkan yardımcısı ve savaş bakanını da öldürmeyi planlayan komplocular sadece başkan ile yetinirken, kaçmaya çalışırlarken yakalanırlar ve sorgulanma süreçleri başlar. Bir tarafta intikamcılar vardır ve suçlu gözüyle bakılan herkesin idam edilmesini istemektedirler ve diğer tarafta da anayasayı korumaya çalışanlar vardır, sadece suçluların ceza alması gerektiğini savunan. John Wilkes Booth da tam bu ortamı kastediyordur belki de Lincoln’ü öldürdükten sonra sahneye atlayıp söylediği latinci söz ile: “Sic Semper Tyrannis (Zorbalara Her Zaman Bu Şekilde!)”. Booth öldürülür, işbirlikçileri yakalanır ve yargılanmaları başlar. Ateşli milliyetçi söylemler ile askeri mahkemenin gözü boyanmakta, savunma makamı aşağılanmakta, böyle bir suçla yargılananların, suçsuz olsalar bile idam edilmeleri istenmektedir. Karşılarına tek bir adam geçer ve anayasal hakları korumaya çalışır: Frederick Aiken. 4 yıl cephede savaşmış ve savaş sonrasında avukatlığa dönmüş, ilk aldığı davada da işbirlikçi olarak suçlanan Mary Suratt’ı savunması istenmiştir. Bir yandan anayasal hakları gerekçe görerek suçlu görse bile her insanın savunulması gerektiğini düşünen, bir yandan da başkanı öldürdüğü için direkt hüküm giymesi gerektiğini düşünen Aiken, bu arada kalmalar ile davayı alır ancak kendisini bambaşka bir çıkmaza daha sokmuştur: Davayı kaybederse iyi bir avukat olmadığı düşünülecek, davayı kazanırsa konfederasyona hizmet ettiği düşünülerek vatan haini damgası yiyecektir. Bu ikilemler ile ilerleyen film, belki de en büyük ikilemi Mary Suratt’ın suçluluğunda ortaya çıkartıyor. Film boyunca Mary Suratt’ın suçlu mu yoksa suçsuz mu olduğunu bilemiyoruz. Tek bildiğimiz suçlu gösterilmesi için siyasi iktidarın tanıkları satın alması ve hatta jüriyi satın alması. The Conspirator, Lincoln cinayetine bambaşka bir bakış atmayı başaran bir film.
Görsel açıdan, dönem Amerika’sını izlemek çok büyük bir keyif, kıyafetler, makyajlar, şehirlerin mimari yapıları ve elbette yalnız gezen kovboylar. Savaş sonrası mimarinin nasıl zarar gördüğü de her karede yüzümüze vuruluyor ve belki de insanları ayıran çizginin inandıkları şey olduğu biraz daha ortaya çıkıyor bu mimaride. İnsanların kendi duygularının esiri olarak yasaları nasıl hiçe sayabildikleri de yine gizli kapılar ardında yapılan görüşmelerin kasvetli ve gergin havası ile belli olabiliyor.
The Conspirator, izlemesi oldukça keyifli ve gerçek hikayeden yola çıkan yapısı ile tarihi bir olayı anlatan başarılı bir film. Filmin en büyük başarısı ise yargılanma sürecinde hiçbir şekilde görüş belirtmeden, görüşü izleyiciye bırakıyor olması. Jüri, seyirci. Sanık, Mary Suratt. Suçlu mu yoksa suçsuz mu?