Bilimkurgu Sineması ve Tron Efsanesi

04.03.2011 10:24

Bilimkurgu metinlerinin sinema üzerindeki etkisi ve daha önce hiç hayal edemediğimiz teknolojileri, filmler ile bizlere ulaştırması belki de hayal gücümüzün ulaştığı son noktayı işaret ediyor. Elbette bu son nokta; her teknolojik yenilikte, tıpkı bu tanımın ilk kelimesi “bilim”deki gibi birikerek ilerleme metodu ile sürekli ileri taşınsa da geriye bakıp gelinen aşamayı görebiliriz. Bilimkurgunun, edebiyat yazarının “Yaptım, olacak!” şeklindeki mantığını sinemaya uyarlamanın tamamen imkansız olduğu zamanlardan bu zamana geldiysek bunda hayal gücümüzün ve inatçılığımızın payı yadsınamaz. Tron: Legacy filmine geçmeden önce sinemada bilimkurgunun geçirdiği evrimi biraz incelemekte fayda var. Zira ilk Tron filmi ,ki gerçek efsane bu filmdir, bu evrime duyduğu saygıyı müthiş bir şekilde gösteriyor. İkinci film Tron:Legacy de bu saygı duruşuna hafif de olsa katılıyor.

 

Her şey George Méliés’nin 1902 yılında çektiği ve herkesi o zamanlar büyüleyen fotoğraf hilelerine başvurarak montajladığı “A Trip to the Moon” filmi ile başladı. Hemen ardından birçok fantezi ve bilimkurgu filmi ufak animasyonlar ile sinemanın bu dalı iyice oluşmaya başladı. Ardından Fritz Lang’ın müthiş “Metropolis” filmi geldi ve yaratılan dünya izleyen herkesi yerine mıhlamayı başardı. 1927 yılındaki bu filmden sonra b-movie denilen düşük bütçeli filmler ile bu dal yaşatılmaya çalışıldı. Derken 1951 yılında ,ki meşhur Roswell vakası 1947 yılında gerçekleşmişti(!), The Day The Earth Stood Still geldi. Dünyaya inen uzaylı Klaatu, gezegenimize düzeni sağlama veya yok olma uyarısını verdi. 1951 tarihli bu film belki de bilimkurgunun ilk döneminin kapandığını ve yeni dönemin çok daha gerçekçi olacağının işaretiydi. Aya ulaşmamızın bir yıl öncesinde soğuk savaşın da etkisiyle hızlanan uzay yarışına müdahil olan Stanley Kubrick, 2001: A Space Odyssey ile bu yeni dönemin hayal gücünü iyiden iyiye yansıtmaya başlamıştı. Kubrick bu filmi ile akıllarımıza “Monolith”i yerleştirmiş, Star Trek’i de yanına alarak geleceği evlerimize getirmişti. Star Trek ile teknolojileri keşfederken 2001: ASO ile de geleceğin neye benzeyeceğine şiirsel bir bakış atmıştık (Ufak not bu filmin devamı niteliğinde çekilmiş 2010: The Year We Make Contact” filmini de izlemeniz önerilir.) Bu bilimkurgu efsanelerinden sonra 70’li yılların sonlarına doğru aslında fantastik filmler olan ancak bilimkurgu ile karıştırılan efsanevi Star Wars serisi ile de yepyeni galaksiler keşfetmeye devam etmiştik. Takvimler 1982’yi gösterdiğinde ise önce Ridley Scott’ın Blade Runner’ı bizi geleceğin kötülüğü ile tanıştırdı hemen ardından da yine aynı yıl Tron bize geleceğin bilimkurgu filmlerinin neye benzeyeceği konusunda büyük fikirler verdi. O zamana kadar hiçbir şekilde görsel efektler bu kadar etkileyici değildi ve tam bir mihenk taşıydı bu film. Konusu biraz uçuktu belki (Hangi bilimkurgu filmi uçuk değil ki) ama bilgisayarlarımızın içinde neler olduğunu bizlere bilgisayar efektleri ile göstermesi açısından gerçekten müthiş bir deneyimdi. Tam olarak dönüm noktalarını belirlemek gerekirse: Başlatan “A Trip to the Moon”, dikkat çektiren “Metropolis”, yükselten “The Day The Earth Stood Still” ve dekor harici her türlü aracı, gereci, karakteri bilgisayar efektleri ile filmin içine dahil eden “Tron”. Ufak hatırlatma: Godard’ın Alphaville’i, Truffaut’nun Fahrenheit 451’i ve Schaffner’in Planet of the Apes’i de kesinlikle izlenmesi gereken bilimkurgu filmlerindendir.

 

1982 yapımı Tron, sadece bilgisayar efektlerini işin içine fazlasıyla dahil etmekle kalmıyor ve oldukça başarılı bir konu ile de dikkatleri üzerine toplamayı başarıyordu. Başarısız kurgusu sebebiyle belki de çoğu insan filmi sevemese de, yarattığı sanal dünya ile bizlere belki de internetin, akıllı bilgisayarların haberini veriyordu. Dünyanın en başarılı oyun yaratıcılarından Kevin Flynn, ENCOM şirketindeki işinden artakalan vaktinde atari salonundaki odasına çekilip kendi yazdığı oyunu düzenlemeye çalışıyordu. Ancak ENCOM, geliştirdiği teknoloji ile çok farklı amaçlara sahipken Flynn bunu öğrenip şirketin girilmesi yasak bölgelerini keşfedince Tron’un hikayesi de böylece başlamış oluyordu. Datalaştırma teknolojisi ile “Grid”e geçen Flynn, kendi yarattığı bitlerin gözünde bir tanrıya dönüşüyor, Master Control’ün onu yoketmesine engel olmaya çalışıyordu. Filmin dekorları, kullanılan teknoloji, sunduğu seyirlik bir yana bu filmin bu kadar güzel olmasının bir diğer sebebi de Alan Bradley’’in ENCOM’daki ofisinin duvarında The Day The Earth Stood Still’e bir saygı duruşu niteliğinde “Gort, Klaatu barada nikto!” yazıyor olmasıydı. Master Control’ü safdışı bırakan Flynn, şirketin de başına geçerek teknoloji alanında ENCOM’u ileriye fırlatmayı başarıyordu. Tabii arada kendi yarattığı bitlerin arasına “Grid”e inerek yepyeni şeyler keşfetmeyi de ihmal etmiyordu.

 

İlk Tron filminden 19 yıl sonra ikinci Tron filmi bu kez bir hayli ilerlemiş görsel efektleri ve üç boyutlu hali ile beyaz perdelerimize geldi. Kevin Flynn’in oğlu bu sefer “Grid” geçiyor ve bizlere müthiş bir görsel ve işitsel şölen sunuyor. Tam 170 milyon dolarlık bütçesi ile oldukça pahalı bir yapım olan Tron: Legacy, bu müthiş efektlerin ve Daft Punk’ın mükemmel müzik şöleninin yanı sıra bizleri konusu ile de çelmeye çalışıyor. Yaratılan Grid dünyasında bir despotizm havası, bir mükemmelliği arama çabası ve bol bol soykırım yaşanıyor. Sistemin kabul etmediği bitler yok ediliyor, oluşturulan sistemin mükemmelliğe ulaşması için tüm programlar var güçleri ile çabalıyorlar. Nazi iktidarını andıran şiddet ile mükemmellik arayışı, kusursuz çalışması için gerekli her şeyi yapmaya hazır sistemi hem birarada tutuyor hem de onu birbirinden soyutluyor. Bu aşamadan sonra ortaya çıkan yepyeni iso’lar ile bir de ırklar arası sorunlara kafa yoran ve hatta biraz daha ileri gidip yaradılışımızın nasıl gerçekleştiğini de kendi bilimkurgu gerçekliği ile açıklamaya çalışan Joseph Kosinski’nin Tron: Legacy‘si bu kadar farklı şeyi birarada sunmaya çalıştığı için biraz sınıfta kalıyor gibi. Her ne kadar programların insanlaştırılması ve insanın parçalarının birbirinden ayrı işlenemeyeceği gerçeği filme yansısa da Tron: Legacy, barda duran ve Daft Punk müziği eşliğinde dansetmeyip ciddiyetini korumaya çalışan bir birey gibi.

 

Bilimkurgu sinemasının şu anda ulaştığı son nokta Tron: Legacy gibi görünse de bu filme benzer birçok film (Görsel şölenin müthişliği elbette yadsınamaz) olduğu için ortalama üstü bir ikinci film olarak hatırlanacak bir seyirlik sunuyor bizlere. Jeff Bridges’ın “Oh, maan” naraları ile bir filme daha damgasını vurması bizlere hala “The Dude”u hatırlatmıyor değil. Genç Flynn’i canlandıran Gareth Hedlund’un ise bu bıkmış ve yepyeni bir dünyaya düşmesine rağmen hiçbir şaşkınlık göstermeyen mimiksiz hali onun da aslında filmde bir kullanıcı değil program olduğunu mu anlatmaya çalışıyordu acaba? Olivia Wilde ise güzelliğini ve dondurucu soğukluğunu bu kadar başarıyla bir başka filmde kullanamazdı. Tam rolüne yakışmış durumda.

 

Bir bilimkurgu hayranıysanız bu film, görsel olarak isteyebileceğiniz her şeyi veriyor. Bir Daft Punk hayranıysanız bu film, işitsel olarak isteyebileceğiniz her şeyi veriyor. İlk Tron filminin hayranıysanız bu film, sizlere ortalama üstü bir ikinci film olarak her şeyini vermeye çalışıyor. 3 boyutlu sinema hayranıysanız Tron: Legacy, üç boyut klişelerinden uzak bambaşka bir gerçekliği sizlere sunuyor.