Uyarı: Bu kritik, senaryo hakkında ipuçları ve açıklamalar içermektedir.
Oyun yazarı Tracy Letts tarafından yazılan, bir ara Türkiye’ye de uğrayan aynı adlı tiyatro oyununun sinemaya uyarlanmış hali “Böcek” filmi. Korku sinemasının kült filmi “Exorcist (1973)”in usta yönetmeni William Friedkin tarafından beyazperdeye aktarılan film, her şeyden önce dibine kadar farklı, sıradışı bir yapım. O nedenle henüz başta uyarayım, bu filmi beğenenler kadar kötüleyenler de olacaktır. Tabi bu filmin ilginçliğini azaltmaz, tersine arttırır.
Film şehirden uzakta, tenha bir otelde, bir odada geçiyor. Evet, sadece bir odada. Olaylar da mutsuz, yalnız, sorunlu bir kadın (Ashley Judd), onun lezbiyen sevgilisi, eski kocası ve sonradan tanıştığı garip bir erkek (Michael Shannon) etrafında gelişiyor. Evet, bir elin parmakları kadar karakterle. Eski kocasıyla iyi geçinemeyen Agnes, günün birinde onu anlayabilecek bir adamla tanışır. Kocasına katlanamayan kadın Peter’a ilgi duymaya başlar. Peter, önceleri ilgi duymasa da sonra Agnes ile yatar. Olaylar da tam anlamıyla burada patlak verir. Gece, Peter yatakta bir şey fark eder: bir yaprakbiti… (Buraya da bir not düşeyim: böceğin bir yaprakbiti olması özellikle yapılmış bir tercih olabilir. Animasyon harikası “A Darkly Scanner” filminde de halüsinasyon gören bir karakterin başı yaprakbitleri ile dertteydi!)
Bu andan itibaren, böcekler otel odasını hızla kaplar; sıradan, sorunlu hayatlar daha ne olduğunu anlamadan paranoyaya teslim olur. Peter derisinin altında kendi kanıyla beslenen böcekler olduğunu iddia etmeye başlar. (Aslında bu iddia, en başta, yatakta Agnes’e bir böceği göstermesiyle başlıyor. Daha bu noktada yalnız kalmaktan, onu anlayan tek insanı kaybetmekten korkan Agnes böceği görmeyi başarıyor.) Sonrası ise nerdeyse kendiliğinden geliyor. Agnes ile Peter, birbirlerini adeta kendi paranoyaları ile besleyip kendi evrenlerini yaratıyorlar. Hatta bir süre sonra Agnes, Peter’ın paranoyalarına nerdeyse ondan daha çok sahip çıkar oluyor.
Bu noktada filmi üç parçaya ayırabiliriz. Filmdeki bu atlayış noktaları ise Peter’a ait. İlk parça olay öncesini ve başlangıcını anlatırken, her yerden sarkan böcek ilaçları, spreyler ve ardından Peter’ın tişörtünü sıyırıp kesikli vücudunu göstermesi ile film “ilerleme” safhasına geçiyor. Burada paranoya başlıyor ve dizginler kaçıyor. Sonra tüm evin folyoyla kaplandığını görüyoruz, derken Peter’ın kan revan içinde bir odadan çıkışı ise ikinci atlama noktasını oluşturuyor ve film “final” bölümüne geçiyor.
Oyunculara da değinmeden geçmek olmaz. Başroldeki çift, tam anlamıyla hakkının vererek oynuyorlar. Adeta bize şizofreniyi öğretiyorlar. Özellikle Ashley Judd, olasılıkla bu en zor rolünde en iyi performansını göstermiş. Her ne kadar çökmüş, hayatı bırakmış bir karakteri canlandırsa da duru güzelliğini her ama her karede hissettiriyor. Özellikle filmin başındaki birleşme ve final sahnelerinde deyim yerindeyse delilikle katmerlenmiş bir erotizm sergiliyor. Rol arkadaşı Michael Shannon da ondan geri kalmıyor. Vermek istediği her şeyi, bazen abartılı bir oyunculukla da olsa, layıkıyla veriyor. İnanmıyor musunuz? O zaman, Peter’ın böcek krizi geçirdiği sahneye, filmin başında Agnes’e yatma teklif etmeden hemen önce nasıl hafif hafif sallandığına bakın. Müthiş incelikli bir oyunculuk.
Zaten filmin en büyük artısı da inandırıcı, güçlü oyunculuk. Oysa filmde, maalesef, karakterleri yeterince tanımaya fırsat bulamıyoruz. Onların halini tam hissedemeden (gerçi iki adet deli söz konusu olunca!) olaylar tırmanıveriyor. Buna rağmen belirttiğim gibi oyunculuklar bu açığı bir nebze olsun kapatabiliyorlar. Ayrıca, galiba filmin en çok eleştirilen yönü budur, filmin başları oldukça yavaş, nerdeyse anlamsız ilerliyor. ilk yarım saatte olayların akışı hakkında tek bir ipucu bile yok. (tabi esrarengiz telefonları sayabiliriz.) Şunu da belirteyim, sanki film yükselmiş, yükselmiş de zirveye çıkamamış gibi. Yüzeysel kalması, iddia ettiklerini sanki aceleye getirip seyirciyi ikna edememesi ihtimali de var. Allah’tan bir başladı mı da fire vermiyor. Bundan sonra resmen Agnes ile Peter’ın adım adım, bizleri dehşete düşürecek kadar keskin delirmelerine şahit oluyoruz. Dahası yönetmenin bilinçli yaptığı bir tercih olarak film kesin bir sona bağlanmıyor, ucu açık bitiyor.
Filmin bazı karelerini herhalde bir daha unutmam. Peter’ın dişini kerpetenle çektiği sahne. Dayanamayıp gözlerimi yumdum, adam hala haykırarak dişi çekmeye çalışıyordu. Hele benim gibi dişçi korkusu olanlar için insanın kanını donduracak kadar sert, acımasız ve kanlı bir sahneydi. Ha demek ki, bedenleri etleri hart hurt kesmeden de, oraya bir insan oturtup işkence etmeden de layıkıyla gerilim sahnesi çekebiliyorsa ben yönetmeni takdir eder, şapka çıkarırım. Öte yandan, bana güçlü bir şekilde “Kayıp Otoban”ı hatırlatan o birleşme sahnesi kendine has, çiğ bir estetikle donanmış kanımca. Aynı şekilde o gerçeküstü finali de türünün estetiğini taşıyor. Zaten dünyanın dışladığı bu karakterlerin filmin sonunda yaşaması da absürt olurdu. (“Pi”yi ya da “Koku”yu hatırlayın, “Full Metal Jacket”in ilk yarısına bakın.)
Sonuç olarak, ne zamandır bu türde iyi bir film izlememiş olan ben, “Böcek”i beğendim. Her şeye rağmen, türüne yenilik getirmese de bir şeyler katan; Lynch filmlerini hatırlatan üslubuyla, fark edip de kaçamadığımız finaliyle, en iyi olmasa da izlenmeyi, tadına bakılmayı hak eden bir film Böcek. Şunu da belirteyim, film Cannes Film Festivalinde Fipresci ödülünü kucakladı. O zaman, afiyet olsun!