Üniversite yıllarında çok tartıştığımız bir konuydu; eş zamanlı paralel dünyalar...Bu koca evrende, tek bir boyut olduğunu düşünmüyordu bazılarımız...Bizler, içinde bulunduğumuz boyutta hayatımızı sürdürürken, aynı anda, bizimkine benzer veya farklı özellikleri olan başka boyutlarda, başka hayatlar yaşanabileceğini iddia ediyorlardı. Hatta boyutlar arası geçişin bile mümkün olabileceğini öne sürüyorlardı. O zamanlarda pek aklıma yatmayan bu düşünce, yıllar sonra tüm dünyada gişe rekorları kırması beklenen bir filme konu oluverdi...
Altın Pusula (2007) bu açıdan bana çok tanıdık geldi. Hikayeye daha ilk dakikada ısındım. 150 milyon dolarlık bütçesi ile ‘dünyanın en pahalı filmi’ olarak lanse edilen, Chris Weitz’ın bu iddialı yapımında; bahsi geçen hikayenin nasıl da olağanüstü bir şekilde işlenmiş olabileceğini hayal ederek gittim filme. Ancak; yarım kalmış bir aşkın burukluğu ile ayrıldım salondan.
Öncelikle, asaleti ve zarif güzelliği ile, kırmızı halıya en çok yakışan aktris olduğunu düşündüğüm Nicole Kidman’ı, ilk kez ‘kötü kadın’ rolünde izlemek biraz sarstı beni. Masumiyetinin sembolü olan bembeyaz teni zerre kadar kararmasın diye, plaja bornozuyla inen bu inci gibi kadının gözlerinde, şeytanın ta kendisini görmek, üzücüydü doğrusu. Oynadığı her yapımda rolünün hakkını veren Kidman, Altın Pusula’da, başkanı olduğu Hamhum’ların kötülüğünü, tek bir bakışı ile ifade edebilecek kadar iyi bir performans sergiliyor. Filmin başrol oyuncularından Daniel Craig hakkında herhangi bir yorum yapmak mümkün değil çünkü Craig, iki saatlik filmde neredeyse sadece üç dakika görünerek, hayranlarını hayal kırıklığına uğratıyor. Gelelim filmin esas yıldızına...Altın Pusula’daki Lyra rolü için, 10.000 aday arasından seçilen çocuk oyuncu Dakota Blue Richards, kadrodaki nice starlara taş çıkartan performansı ile geleceğin aranan oyuncuları arasında yerini alıyor.
2002 yılında ‘About A Boy’ ile Oscar’a aday gösterilen yönetmen Chris Weitz, Philip Pullman tarafından kaleme alınan ‘Kuzey Işıkları’ üçlemesinden uyarlanan ‘Altın Pusula’ serisinin ilkinde, önümüze sadece bir ordövr tabağı getiriyor. Karnımızı doyuracak esas sahneleri beklerken, birden akmaya başlıyor filmin jeneriği. Gerilimi yüksek birkaç aksiyon sahnesi dışında, kalp atışlarınız oldukça normal seyrediyor. Belki de filmde, bizimkine çok benzer bir dünya resmedildiği için; zırhlı ayılar, cinleri ile gezen insanlar ve geleceği gösteren altın pusula haricinde dikkat çeken fantastik bir öğe bulunmadığından ; fantastik filmlerin izleyeni adeta hipnotize eden başdöndürücü özelliğinden mahrum kalmış Altın Pusula.
Hemen hemen her filmde olduğu gibi, Altın Pusula’da da mesajlar peşimizi bırakmıyor. Hikayede resmedilen dünyayı yöneten ‘Majisteryum’ adlı otoriter güç; muhafazakar, özgür iradeyi kısıtlayan, değişime kapalı ve tek tip insan yetiştirmeyi hedefleyen bakış açısı ile günümüzde kimi çevrelerce eleştirilen Katolik Kilisesi’ni çağrıştırıyor. Nitekim, bu durumu farkeden ABD ve İngiltere’deki Katolik gruplar filmin senaryosunu Katolik inancına doğrudan saldırı olarak yorumlayarak, ateizm yanlısı olduğunu iddia ettiler. Aslına bakarsanız, herşey çok açık. Hikayenin ana karakterlerinden bilim adamı Lord Asriel’in, yaşadıkları evren dışında başka evrenlerin de olduğunu keşfetmesi ile; bu alanda yapacağı araştırmalar sonucunda ortaya çıkaracağı somut kanıtların, toplumun özgür iradesini harekete geçirerek, kendi otoritelerini sarsmasından korkan Majisteryum\'un; içinde bulunduğumuz zamanda tabu haline gelen dini inanışların yersiz ve yanlış olabileceğini iddia eden ya da kabul görmüş genel prensiplere aykırı düşünceleri öne süren kimi düşünürlerin ve onları takip eden sosyal oluşumların engellenmesi; hatta ‘aforoz edilmesi’ gerektiğini savunan Katolik Kilisesi’ni temsil ettiği ortada.
Filmin Katolik Kilisesi ile ilgili eleştirisi tartışılabilir ancak Altın Pusula’da özellikle altı çizilen; insanların ruhlarını temsil eden cinlerinin sadece çocukken şekillendirilebileceği, olgunlaştıktan sonra hiçbir değişime tepki vermeyeceği düşüncesi, her kesimin onayını alacaktır eminim. Majisteryum’un, gelecekte aykırı fikirleri ile tehlike doğurabilecek çocukları, Hamhumlar aracılığıyla kaçırarak; onları cinlerinden ayırıp, ruhlarını yoketme; başka bir deyişle ‘asimile etme’ girişimi, bu düşünce ile açık bir şekilde örtüşüyor zaten.