Tam 12 dalda Oscar adayı bir film The King’s Speech. Bir İngiliz filmi ve İngiliz kraliyet ailesinin 1930’lu yıllardaki durumu işleniyor filmde. Bu kadar sığ bir konusu yok elbette. İlginç bir durum var ortada: Filmin hemen başında da gördüğümüz gibi birinci sıradaki veliaht bir kekeme!
Colin Firth’e en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazandıracak kadar başarılı bir film The King’s Speech. Başarılı oyunculukların yanı sıra bir kraliyet ailesine bu şekilde bakmak ve o zamanlarda yaşananları bu şekilde aktarmak gerçekten müthiş bir başarı. Savaşa bir de bu yönden bakmak, kraliyet yönünden irdelemek sorunları ve onların sorumluluklarını anlamaya çalışmak oldukça güzel bir deneyimdi. Zira bir kraliyet ailesinin yerine kendinizi ne zaman koyabilirsiniz ki? O üzüldüğünde nasıl üzülürsünüz? Veya onlar sevindiğinde onlar gibi sevinebilir misiniz? Bu film işte bunu başarıyor resmen. Bizlere göre kraliyet aileleri ve hatta padişahlar sadece tahtta oturan kişiler olduğu için onların nasıl böyle bir hayatı olabilir ki? Onlar yemek bile yemezler, tuvalete bile gitmezler, hareme hiç gitmezler. Çocuk sevmezler veya onların hiç kusurları yoktur. Bu açıdan film toplumun gözünde kahraman olmuş bir kralı onlara en içten şekilde anlatmayı başarıyor. Onun yaşadıklarını, deneyimlerini, korkularını, sevgisini ve hatta kendinden şüphe edip hüngür hüngür ağlayışını bile görüyoruz. Ve bu olaylar, onu insanların gözünde küçültmüyor, aksine onu daha da yüceltiyor. Senin benim gibi bir insan diyebiliyoruz ancak sorumluluklarının bilincinde ve mevkiisinin avantajlarını istediği gibi kullanabiliyor.
Colin Firth’ün yanı sıra Helena Bonham Carter, Geoffrey Rush, Derej Jacobi gibi isimlerin de kadroda bulunduğu film, müthiş diyaloglara, müthiş atışmalara ve güzel oyunculuklara sahip. Londra’nın o puslu ve baygınlık veren havasında bir de sürekli kekeme bir insanın konuşmalarını dinleyeceksiniz denilse hiç kimse ortaya atılıp “Tamam” demeyecektir. Ancak kekeleyen kişi bir kral olunca herkes eli mahkum dinleyecektir. The King’s Speech işte bunu başarıyor. Özgün bir konusu olmasa da filmi aktarılış şekli açısından gerçekten başarılı olduğunu belirtmeli tekrar ve tekrar. Özellikle son sahnedeki konuşma gerçekten bir milletin dirilişinin nasıl bir psikoloji ile ortaya çıktığını gözler önüne seriyor. Yine o konuşmada kullanılan müzik ise olayı daha da dramatize ederek Buckingham sarayının önüne gidip “England Prevails/İngiltere Üstün Gelecektir” şeklinde bağırma isteği ortaya çıkartıyor. Bu müzik Beethoven’a ait. 7. senfoninin 2. “movement”ından başkası değil. En büyük bestecilerden birisinin bestelediği belki de en başarılı beste. Ayrıca aynı beste Nicholas Cage’in Knowing filmindeki son sahnede ve The Fall filminin açılış sahnesinde de kullanılmıştı.
Yılın en iddialı filmlerinden, tam 12 dalda Oscar adayı ve en iyi film dalında ödül olmasa bile en iyi erkek oyuncu dalında Oscar’ı alması gereken bir film var karşımızda. Biraz ağır bir tempoda ilerlese de kesinlikle kral ile birlikte bu kekemelik sorununu yenmek için azimle ve sevgiyle filmi izlemeye devam edeceksiniz.