Boks filmi denince aklan gelen ilk filmdir belki de Rocky. Stallone’nin epik intikam serisi bitmek bilmez, biz de sıkılmadan izleriz. Ancak Rocky dışında da boksörler geldi geçti sinemadan. Cinderella Man, Million Dollar Baby gibi bol ödüllü filmler de vardı aralarında. Bu sefer bambaşka bir boks filmi var karşımızda. Ama sadece efsanevi boks performansları yok bu filmde. Bir aile ve amerikan dramı da var. Üstelik gerçek bir olaya dayanıyor. Dünya şampiyonluğunu kazanmış Mickey Ward’ın hikayesi bu. The Fighter, sadece bir boks filmi değil bir “hayatını geri kazanma filmi” aynı zamanda.
The Fighter ilk açıklandığında yönetmen koltuğunda Darren Aronofsky, oyuncu koltuğunda da Brad Pitt vardı. Ardından Mark Wahlberg devreye girdi ve başrolü kaptı. Hemen ardından da Brad Pitt ayrılıp Christian Bale role yerleşince bu kadar plansızlık üzerine ünlü yönetmen Darren Aronofsky projeden ayrıldı ve yerine David O. Russel geçti. Mark Wahlberg ile üçüncü defa çalışma şansına erişen yönetmen, yakından tanıdığı oyuncusuna biçilmiş kaftan bir rol vermişti. Three King filminde de sakin ve yönetilen bir karakteri canlandıran Wahlberg, The Fighter’da da aynı durumda. Bu rol için başka kim uygun olabilirdi ki? Sert, ciddi, biraz da mahzun ama çokça boyun eğen bir karakter var çünkü karşımızda. Boston’lı bir oyuncu olan ve bol bol Boston Celtics maçlarında ön sırada gördüğümüz Wahlberg kendi eyaletinin Lowell kentinden çıkıp şehrin gururu olmayı başarmış Mickey Ward’ı canlandırıyor.
2 elin parmakları kadar çok olan kızkardeşleri, kendisi gibi boksör olan ve bildiği her şeyi ona öğreten ağabeyi, menajeri olan annesi ile birlikte büyük bir aile ortamında yaşayan Mickey her daim ağabeyinin gölgesinde kalmış bir yarı-profesyonel boksördür. Kaldırım düzenleyicisi olarak gündüzleri para kazanırken işten arta kalan zamanında da ağabeyi ile birlikte boks antremanları yapmaktadır. Ancak ağabeyi ve annesi onun gerçek değerini pek bilememektedirler. Varsa yoksa Lowell kentinin gururu olan ağabey Dicky Eklund’dur. Dicky de bu ilgi sebebiyle bokstan uzaklaşmakta ve amerikan rüyasının getirdiği olanakları tersine kullanarak kendini iyice mahvetmektedir. Ağabey kardeş arasındaki çekişmelere de tam bu sırada geliyoruz zaten. Mickey’nin kendini bulma, ifade edebilme çabaları işte bu anda ortaya çıkıyor ve işinde iyi olan birinin doğru adımlar ile yükselişine tanıklık etmeye başlıyoruz. The Fighter, bu yönüyle amerikanın gerçek yüzünü de bir aile özelinde ortaya koyuyor. Eğitimsiz, cahil, hayat görüşü belki de sadece tek bir ev için geçerli olan kişilerin farklı olanları yermeleri, kötülemeleri filme hakim olmaya başlıyor. Boks ikinci plana itiliyor ve yüzünüze gerçekler çarpılıyor belki de. Sevginin anlayışı yokettiği ve salt korkunun ortaya çıktığı anlar var bolca filmde. Boks ise hayatını kurtarmak anlamına geliyor sadece. Bu yönüyle belki de biraz The Wrestler’a benzetilebilir (ama sadece bu yönüyle).
Mark Wahlberg’in yanısıra The Fighter’da Christian Bale’ı da izliyoruz. Serseri ve vurdumduymaz ağabey Dicky Eklund karakterini canlandıran başarılı oyuncu her filminde bir kez daha bizlere her role girebileceğini kanıtlıyor. Equilibrium sonrası performans adaptasyonları için defalarca kilo alıp veren oyuncu bu yüzden sağlığını kaybedebilir ancak ona her defasında hiçbir şey olmuyor. The Machinist’te bir deri bir kemik tanımına tam olarak uyan Christian bir sonraki filmi Batman Begins için ciddi biçimde vücut geliştirme çalışmış ve oldukça yapılı fiziğinin üstüne bolca da kas eklemişti. Hemen ardından yine Rescue Dawn ile kilo verip Dark Knight ile eskisinden çok daha yapılı bir şekilde karşımıza çıkmıştı. Şimdi ise yine bir deri bir kemik, tıknaz bir boksörü canlandırıyor. Gerçek bir karakteri başarıyla canlandırabilmiş mi bunu anlamak hayali bir karakter performansından daha kolay olur. Bunu da filmin sonundaki gerçek görüntülerden anlayabiliyoruz bu film özelinde. Ve Christian Bale yine müthiş bir oyunculuk sergilemiş, gerçek Dicky Eklund’dan neredeyse hiç farkı yok. Pek şaşılacak bir şey değil elbette.
The Fighter, boks filmi gibi gözükse de bir aile dramını, bir hayatta kalma savaşını anlatıyor bizlere. Ve bunu anlatırken gereksiz ajitasyonlara, gereksiz duygusal ve gergin sahnelere hiç yer vermiyor. Bu sayede de kurmacaya pek mahal kalmıyor. Tabii bir de filmin belgeselimsi havası var ki bu da gerçekliği arttırıcı etmenlerden biri. Bol grenli renk boyaması ve soluk renkleri ile belgesel tadında bir hayatta kalma savaşı izlemek istiyorsanız savaşçıyı izlemelisiniz.