Nedensiz yere, bir hiç uğruna elini kana bulamaktan çekinmeyen insanların çokluğuna şaşardım önceleri. Sonraları galiba “alıştım” bu haberlere. Öyle ki artık bu anormal durumu, sevgili toplumumuzun bir parçası olarak, sevmesek de orda olması gereken bir şeymiş gibi algılamaya başladım: Yaşadığımız dünya temiz bir yer değil ve suç işlemek insanın doğasında var. Aslında sadece suç haberleri değil bu pisliğin nedeni. İşlenen suçların çokluğu kadar, karşılığında alınan komik cezalar insanın içinde bulunduğu sistemi tekrar sorgulamasına yol açıyor. En başta da adalet sistemi elbette. Suçlular her zaman yakalanabiliyor mu? Yakalansa dahi hak ettiği cezayı çekiyorlar mı? Adaletin o hiç şaşmayan, daima yerini bulan kararları bizleri tatmin ediyor mu? Yoksa içimizdeki vicdan güdümlü adalet saati daha başka bir karşılık mı bekliyordu?
Tüm bunları boşuna anlatmıyorum, bu hafta bizlerle buluşan “İçindeki Yabancı” bunlar hakkında bir daha kafa yormaya sevk etti beni. Kendi halinde, sakin, orta yaşlı bir bayan olan Erica Bain ve sevgilisi parkta dolaşırlarken bir grup hasta ruhlu serseriyle karşılaşırlar. Bu psikopatlar tarafından bir neden yokken, belki de zevk için ölesiye dövülürler. David hayatını kaybeder, Erica ise komaya girer. Üç hafta sonra Erica komadan çıkınca kendini hiç beklemediği bir dünyada bulur; daha doğrusu o zamana kadar var olduğunu fark etmediği karanlık, kötülük dolu bir dünyada. New York sokakları artık asla güvenli değildir. Ölen sevgilisiyse içinde, kendi sözleriyle “kocaman bir boşluk” bırakır. Tüm bu bunalımlı, buhranlı zaman dilimde Erica hiç beklemediği bir değişim geçirir. İçindeki kor sönmek bilmez, dünyanın adaletini sorgulamaya başlar, sonrasında kendi kurallarını koymaya karar verir. Bunun ilk adımı ise bir 9mm tabancadır. Erica hayattan intikamını almanın bir yolunu bulmuştur. Peşinde ise kendisi gibi hassas bir dönemden geçen bir dedektif vardır.
Film, konusu itibariyle ayakları yere basan bir başlangıç yapıyor. Jodie Foster’in canlandırdığı Erica’nın mutlu giden hayatının nasıl bir anda paramparça olduğunu anlayabiliyoruz. Sevdiği insanın ölümü, dışarı çıkma korkusu… Kahramanımızın hissettiklerini paylaşıyoruz. Derken, film rotasını kaybediyor. Kadının birden karar verip silah satın alması, markette ilk canını alması, akabinde yaptığı işten kekremsi bir tat alması. Tüm bunlar olurken filmin ne anlatmak istediği havada kalıyor. Tamam, sevdiği adamı kaybetti, ama neden birden kendini sokakta zibidileri haklamaya adadı, anlayamıyoruz. Amacı ilk başta onları dövenlerden mi intikam almaktı da sonradan olaylar çığırından çıktı, yoksa silahı alma amacı daha en baştan “daha temiz” bir dünya yaratmaktı, belirli bir cevap alamıyoruz.
Neyse ki imdadımıza iki usta oyuncu yetişiyor. Rolünü yine kusursuz oynayan Jodie Foster, karakterinin tam olarak ne hissettiğini çok iyi aktarıyor perdeden. Bazen dudakları, bazen buz gibi gözleri zihninden geçenleri bir hamlede anlatıveriyor bize. Başkası bu filmi onun kadar iyi sırtlayabilir miydi, bilmiyorum. Dedektif rolündeki Terence Howard da Foster ile mükemmel uyumlu bir performans sergiliyor. İkisinin diyalogları gerçekten etkileyici. Özellikle, dedektifin peşinde koştuğu katilin kim olduğunu anlaması, Erica’nın da dedektifin katilin kim olduğunu anladığını anlaması ikisi arasında seyir zevki yüksek paslaşmalara tanık olmamızı sağlıyor.
Filmin finali, yani dedektifin de sonunda bu adalet sistemine isyan edişi ve bir nevi kendince intikamı, bu yüzden Erica’yı engellemeye çalışmayıp üstüne onun suçuna ortak oluşu ve en sonunda da tüm bunların “fedakârlık, sevgi, aşk” kavramlarına yaslanıvermesi, filmin gerçekçi ve sert gidişini frenliyor ve yumuşak karnını oluşturuyor diyebilirim. Ne yapalım sonuçta bir Hollywood filmi o da.
Sonuç olarak, verimsiz geçen ağustos ve eylülün ardından, yeni sezona başlamak için iyi bir film, ele aldığı sorunlara yeni bir cevap bulmasa da bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. En azından derinlikli ele alınmış karakterler görmek isteyen sinemaseverlere ve elbette Jodie Foster hayranlarına iyi gelecektir.
Sinemayla kalın efendim…