Ödül almış bir filmi izlemeye giderken iki farklı önyargı taşıyor insan; ‘koskoca jüri beğenmiş, ben de kesin beğenirim’ düşüncesi ya da ‘ödül almışsa, sanatsal yanı ağır basan sıkıcı bir filmdir’ genellemesi. İkisinden de uzak; beklentisiz ancak dikkatli bir şekilde izledim Yumurta’yı (2007).
Sinemalar.com üyelerinin filmle ilgili yorumlarını okuyunca karışan aklım ve filmden önce başlayan şiddetli başağrıma rağmen, bir an olsun gözümü perdeden ayırmadan takip ettim filmi. Aslında o kadar da zor olmadı. Filmin geneline hakim olan ‘dinginlik’ beni adeta dinlendirdi.
Bizim alışık olduğumuz türden değil ‘Yumurta’. Süper kahramanların dünyanın bir ucundan diğerine saniyesinde ışınlandığı filmlerden sonra ‘fazlasıyla yavaş’ geliyor filmin temposu. Öyle ki; yürürken Yusuf’un (Nejat İşler) adımlarını sayabilir hatta kendinizi onunla birlikte yürüyor gibi hissedebilirsiniz. Filmde herşeyi gerçek zamanlı olarak aktarmak istemiş Semih Kaplanoğlu (yönetmen). Yusuf yemek yerken, bir karasinek sofranın etrafında vızıldayarak dolanıyor, ekmek sepetindeki ekmeğin üzerine konuveriyor ve biz bu süreci karasinekle beraber an be an yaşıyoruzJ. Kulağa pek hoş gelmiyor olabilir anlattıklarım ancak filmdeki bu ağır havanın size garip bir huzur verebileceğini de eklemeliyim.
Annesinin ölüm haberi üzerine doğduğu kasabaya geri dönen Yusuf’un annesinin evinde birçoğumuzun çocukluğunu anımsatan nostaljik motifler var; eski tip bir ocak, ahı gitmiş vahı kalmış eski tarz kanepeler, evlere servis yapan sütçüler, dumanı üstünde tüten yeni demlenmiş çay ve kuluçkadan alınan taptaze yumurtayı kırıp yemenin eşsiz keyfi...Uzun zamandır İstanbul’da yaşayan şehirli Yusuf’a, başlarda farkına varmasa da, iyi geliyor bu tadları yeniden yaşamak.
‘Yumurta’, genel olarak hikayenin ana karakteri Yusuf’un Tire’de bıraktığı geçmişini; eski aşkını, eski arkadaşlarını, eski alışkanlıklarını anımsayarak yaşadığı hesaplaşma ve sonunda aslında bu küçük kasabadan hiç gidemediğini farketmesi üzerine kurulu bir senaryoyu işliyor. Filmde en belirgin unsur, özellikle Yusuf ve Ayla’nın (Saadet Işıl Aksoy) dialoglarına yansıyan ‘sahicilik’. Her iki oyuncu da dialog sahnelerinde o kadar doğal ve sahici oynamışlar ki; oturup yanlarına, bir bardak çay alıp muhabbetlerine katılmak geliyor insanın içinden.
Filmi izleyenlerin, izlemeyenlere anlatacağı sahne hiç şüphesiz; film boyunca duygularını kontrol etmeyi başaran, hatta duyarsız bir profil çizen Yusuf’un, adının Efe olduğunu sonradan öğrendiğim çoban köpeği ile, burun buruna, korku içerisinde geçirdiği dakikalar ve köpeğin karşısında, hayatını bağışlaması için yalvaran bir kurban gibi otururken yaşadığı çaresizlik duygusu ile ansızın ağlamaya başlaması. Diğer açılardan tartışılabilir ancak filmde oyuncuların sergilediği performanslar karşısında şapka çıkarmak gerek. Bu konuda festival jürileri de hemfikir. 13. Saraybosna Film Festivali’nde ‘Yumurta’ filmindeki rolü ile ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü alan Saadet Işıl Aksoy, göz dolduran performansıyla daha nice ödülleri hak ediyor.
Bu neredeyse gerçek zamanlı, aheste aheste ilerleyen sahneler benim hoşuma gitmiş olsa da, salondan yükselen horultular diğer insanların aynı kanaatte olmadığını hissettiriyordu açıkçası. Elbette ki bu filme aksiyon ya da heyecan beklentisiyle gitmek yanlış olur. Yumurta’yı herkes sevemez çünkü herkes filmdeki imgeleri takip edip, hedeflenen mesaja ulaşamaz. Buna gerek de yok, o ayrı. Paranızın karşılığı olarak ne beklediğinize bağlı memnuniyet dereceniz.