Winning Eleven oynamak için playstation 1 alırken, satıcının yanında hediye olarak verdiği ve uzun süre yüzüne bakmadığım bir oyundu Resident Evil. Kız arkadaşımın başka oyun yok mu sorusu üzerine başladığım oyunu aralıksız oynayarak 2 günde bitirmiştim. Almadığım memory card yüzünden sonraki günü uyuyarak, yeni oyunun çıkmasını bekleyerek geçirmiştim. Zaten korku filmlerini kötü de olsa izleyen kitleye hitap eden ve korku oyunu tabirine yeni ufuklar açan bu macera oldukça uzun bir seriye dönüştü. Dünyada bir fenomen oldu. O zaman için oldukça yeni bir şeydi. Tüm ışıklar kapanır, ses açılabildiği kadar açılır, korkmaya hazır olunurdu. Titreşimli kolun yardımı ile oluşan atmosfer o meşhur kapılar ve köpekler yardımı ile müthiş bir heyecandı.
1996’da başlayan oyun fırtınasına kayıtsız kalmayan Paul W.S. Anderson iyi bir kadro ile hikayeye güzel bir başlangıç yapmıştı. Serinin fanatikleri doğal olarak ikiye bölündü. Yine de yaratılan atmosferin herkesi tatmin etmesi mümkün değil. İnteraktif bir deneyimin herkeste yarattığı farklı heyecanları tek bir filmde bulması zaten mümkün değil.
2002’de çekilen ilk filmin başarısı doğal olarak ikinci filmi getirdi. Anderson bu kez sadece yazdı, filmi yönetmedi. Bunun etkisi midir bilinmez tamamen oyun atmosferine yaslanan sinematik hiçbir öğesi olmayan son derece başarısız devam filmi geldi 2004’te.
Ve yıl 2007… Serinin en mükemmel oyunu Nemesis mi çevriliyor sorularının bolca sorulduğu zaman diliminde, yazan yine Anderson ama yöneten bu kez türe vakıf bir yönetmen.
Russell Mulcahy 1979’da başladığı kariyerinde 1986’da kendisini efsane haline getirecek oalan Highlander serisini başlatan isim. Serinin ilk iki filminde yakaladığı başarıyı bir daha tekrarlayan olmaması da bunun kanıtı olsa gerek. Ancak seri hariç yönetmenin herhangi bir başarısının olmaması ise oldukça garip. Genelde Duran Duran klipleri başta olmak üzere klip yönetmenliği daha başarılı bulunan isim son derece doğru bir tercih olarak görülüyor kağıt üzerinde.
Gelelim filme… Tamamen tür kırması bir filmle karşı karşıyayız. Virüs tüm dünyaya yayılmış, her yer çöl olmuş artık. Yaşayan ve sağlıklı kalabilen insan sayısı azalmış.
İlk filme ve hikayenin başlangıcına selam çakarak başlıyor film. O meşhur kırmızılar içindeki Alice güzel bir heyecan yaratıyor. Sahnenin sonunda yüzlerce Alice’i görmek de güzel.
İkinci sahneden itibaren klasik bir Mad Max havasına bürünüyor film. Motor üzerinde kovboy çizmeleriyle Alice filmin kıyamet sonrası figürü. Aldığı yardım çağrısına cevap vererek yeteneklerinin geliştiğini anlıyoruz.
Ama sonrası… Giderek kısır döngye giriyoruz. Bir konvoyun yolculuğu ve arayışlarına odaklanıyor film. Mad Max etkisi tamamlanıyor. Alice’le karşılaşmaları gerekiyor elbette. Karga sahnesi ile gerçekleşen karşılaşma fotoğrafik açıdan sinemasal bir lezzet sunuyor elbette. Ama bu lezzet film boyunca devam etmiyor. Benzer bir sahneyi sonlara doğru görüyoruz ama daha önceki örneklere göre yeni bir şey yok o sahnede de.
Alice’in gelişen yeteneklerini gördükçe gerilim ve aksiyon beklerken film ağır tempoda ilerliyor maalesef. Her dakika diken üstünde durduğumuz 28 hafta sonra filminden sonra galiba zombie atmosferli filmlerin biraz daha özenli yaratılması gerekecek.
Ağır aksak ilerleyen zombiler yeterli heyecanı gerilimi yaratmıyor. Kilit sahnede yarattıkları gerlimi film boyunca neden yaratmadıkları sorusu akla takılıyor.
Tüm eksikliklerine ve aksaklıklarına rağmen oldukça güzel bir finalle bitiyor film.
Yazılar akarken uykusuz geçen gecelerim aklıma geliyor. 10’dan fazla kez bitirdiğim Nemesis oyununun bende yarattığı heyacanı beyazperde de bir kez daha görememek üzse de finalin dördüncü filme attığı pas umarım gol olur hissi ve ümidi buruk da olsa bir sevinç yaratıyor.