Macera “Bourne Identity” ile başladığında sene 2002 idi. Doug Liman’ın yönettiği bu sıradışı casus filmi; hikayesi, diğer ajanlara benzemeyen baş karakteri, saf aksiyon kokan kareleri ile hemen kendini belli etmiş ve ne zamandır hasretle aranan macera filmi olduğunu kanıtlamıştı. “Geçmişi olmayan” bir adamın hafızasını geri kazanma çabaları sırasında aslında nasıl biri olduğunu öğrenmesi ondan çok bizi dehşete düşürmüştü. Bilmediği dil olmayan, yakın dövüşte ve silah kullanmada usta olan Jason Bourne, CIA ile ilişkisi olduğunu öğreniyor ve araştırmasını bu derin kuyuya yöneltiyordu.
İlk filmin müthiş gişe başarısı ve dahası eleştirmenleri memnun etmesi ikinci (ve de üçüncü) filmin önünü açtı. Koltuğu usta yönetmen Paul Greengrass devraldı. Greengras, yine çok da abartılı olmayan bir bütçe ile şanına yaraşır devam filmi “Bourne Supremacy”yi çekti. Bu ikinci film, ilkinin bırakın yanında sönük ya da eğreti durmasını, çıtasını bile yükselterek daha büyük bir gişe hasılatı ve daha olumlu eleştiriler elde etti. Yönetmenin kendine has üslubu filmi kesinlikle diğer macera/ajan filmlerinden farklı kılıyordu. Aksiyonu birebir perdeye yansıtmaktan çekinmemesi, çarpışan arabaları, düşen insanları kamera hilelerine başvurmadan sunması, dövüş sahnelerinde yapmacık bir koreografi yerine gerçekçi planları öne çıkması yönetmenin ve filmin en büyük artılarındandı. Ayrıca Liman’ın çektiği ilk filmi öven Greengrass, çekeceği film(ler)in birbirinin devamı gibi durmasını, uyum içinde olmasını istemiş olacak ki, ilk filmdeki müthiş araba takip sahnesi gibi bir sahneyi ikinci filme de yerleştirdi. Araba kovalamaca sahnelerinin ve Bourne’nin peşindeki keskin nişancıların üç filmde de Bourne filmlerinin imzası gibi olması boşuna değil.
İlk iki filmden sonra bizlerle buluşan “Bourne Ultimatom” serinin şimdilik son filmi. (Devamının gelip gelmeyeceği yönetmen Paul Greengrass’a bağlı, Matt Damon dördüncü filme ılımlı bakıyor.) Üçüncü film kaldığı yerden devam ediyor; sevgilisini kaybeden ve artık kaybedeceği bir şey kalmayan Bourne’un kimliğini arayışlarında yeni bir iz bulmasıyla başlıyor. Bir gazeteci çok gizli bir CIA sırrını öğrenmiş ve bildiği şu: Her şeyin kökü Jason Bourne. Konu hakkında yazıyı gazeteden okuyan Bourne hemen gazeteciyle temas kuruyor, tabi CIA de orada. Sonrasında gazeteci ölüyor ama Jason kendisini hedefe götürecek ipuçlarını birer birer bulmayı biliyor.
Sağlam bir hikâyeye, zekice bir kurguya sahip olan film bu özelliklerini çok güzel kullanıyor. Filmde, dikkatle izlenirse insanın “bu nasıl oldu şimdi” diye sormasına yol açacak durumlar var ama olaylar o kadar hızlı ve heyecanlı gelişiyor ki düşünmeye bile fırsat bulamıyorsunuz. İzleyiciyi bir an bile sıkmıyor, her an yeni bir gelişme oluyor, adamımıza koşacak birkaç kilometre çıkıyor. Bu yönüyle adrenalini en yüksek film diyebilirim. Filmin güzel yanları bununla sınırlı değil, yine her filmde olduğu gibi müthiş dövüş sahneleri bizi bekliyor. Hele Faslı ajanı yakalamak için binadan binaya uçuşları ve akabinde ajanla kıyasıya dövüştüğü uzun sahne tek kelimeyle mükemmel. Hiç müzik yok, tek duyduğunuz adamların nefes ve hırıltılarına karışan yumruğun ete ve kemiğe gömülme sesleri. Kırılan parmaklar, yıkılan duvarlar. Estetik bir dövüş değil, hayatta kalma mücadelesi. Ve tabi ki had safhada heyecanlı bir takip sahnesi ve yine külüstüre dönen bir arabadan çıkan Bourne. Araba kaza yaparken ve camları paramparça olurken kameranın da araba ile dönmeye başlamasına ve bu esnada direksiyon başında hala Matt Damon’ın olmasına ise sadece şapka çıkarırım.
Bizlere sadece unutulmayacak bir üçlemeyi teslim etmekle kalmamış, bu sene karşılaştığım en iyi filmi de takdim etmiş olan “Bourne Ultimatom” kesinlikle izlenmeli. Sinema dünyasına her açıdan çok farklı bir ajan tiplemesi sunan Jason Bourne’un maceraları altı senedir macera filmlerini özleyenlerin favorisi oldu ve ileride de olacağına şüphem yok.
Sinemayla kalın efendim.