Usta yönetmen Pedro Almodóvar’ın en yeni filmi “Yandaki Oda” (The Room Next Door), Türkiye’de 1 Kasım 2024’te vizyona girdi. Film, Almodóvar’ın İngilizce dilindeki ilk uzun metraj filmi olma özelliğini taşıyor. Almodóvar’ın diğer başarılı filmleri arasında “Annem Hakkında Her Şey”,“İçinde Yaşadığım Deri” ve “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar” var.
Başrollerinde Tilda Swinton ve Julianne Moore’un bulunduğu filmin incelemesini yapmadan önce konusunu hatırlayalım.
Başarılı kurgu yazarı Ingrid'in (Julianne Moore) yolu, yıllar içinde iletişiminin koptuğu savaş muhabiri arkadaşı Martha (Tilda Swinton) ile yeniden kesişir. İki kadının kaldığı yerden devam eden arkadaşlıkları, Martha'nın sıra dışı isteğiyle sınanacaktır.
Yazının devamını okuduğunuzda film ile ilgili fazla bilgi alma riskine sahip olduğunuzu hatırlatmak isterim.
“Yandaki Oda”, ölümden korkan ve bunun üzerine yazdığı kitabın imza gününde okurlarıyla tanışan Ingrid ile başlıyor. Ingrid, en büyük korkusuyla el ele bir maceraya atılacağından habersiz bir şekilde işine devam ederken eski yakın arkadaşı Martha’nın kanser olduğunu öğreniyor.
Filmin ilk yarım saatinde Martha, Ingrid’e hayatında kaçırdığı bütün önemli olayları anlatıyor. Fakat bu paylaşım öyle durağan ve seyirciye karakterle ilgili her bilgiyi geçirme telaşı ile dolu ki izleyiciyi sıkıyor ve doğal bir paylaşımdan uzaklaşıyor. Bu başlangıç sizi yanıltmasın çünkü filmin geri kalanı, filmin oldukça yavan hissettiren açılışını unutturuyor.
Martha’nın çocuğunun babasını anlattığı geçmişe dönüş sahnesindeki kıpkırmızı arabadan itibaren film, göz alıcı renk paleti izleyiciyi dünyaya çekiyor. Film her ne kadar ölümle iç içe örülmüş bir hikâyeyi anlatsa da Martha’nın halihazırda renkli olan dünyası ölüm sürecini kabullendikçe sanki daha da renkleniyor. Anlatılan her iç burkan hikâye, bütün canlılığıyla seyirciye gösteriliyor. En üzücü sahnede bile her şeyin olumsuz olmadığını hissettiren muzip bir klasik müzik bestesi filme eşlik edebiliyor.
Bu yönleriyle Almodóvar, filmde katmanlı bir hikâye anlatmayı başarıyor.
Film, “Ölüm korkusu” gibi sık karşılaşılan bir korkuyu işlerken seyirci ister istemez kendisini karakterlerin yerine koyuyor. Maceralarında misafir olduğumuz Ingrid, Martha ondan kendisine “ölüm tatilinde” eşlik etmesini istediğinde en büyük korkusuyla arasında yalnızca bir oda duvarı kalsa da arkadaşının yalnızlığını ve ihtiyaçlarını görüp sonunda bir suça ortak olmayı bile kabul edecek kadar şefkatli ve cesur bir karakter.
Martha ise yıllar boyunca dış dünyada gelişen savaşlara tarafsız bir şekilde habercilik yapıp kendi hayatının hikâyelerini aktaracak bir kanal bulamamış bir kadın. Bu yüzden kendi tabiriyle “en büyük savaşı” olan kendi hastalığıyla mücadele ederken yanına yazar bir arkadaşını alması, hikâyesinin anlatılacağının sözünü seyirciye veriyor.
Film aynı zamanda beklenmedik muzip komikliklerle dolu. Ingrid’in bütün bu ağır psikolojik durumun ortasında ısrarla spor salonuna gitmesi ve burada karşılaştığı resepsiyonist ve spor öğretmeni, seyirciye rahat bir nefes aldırıyor.
Hem Ingrid ve Martha’nın eski sevgilisi olan Damian’ın filmdeki yeri ise oldukça ilginç. Ingrid’in sırrını paylaşabileceği ve bu süreçte yükünü hafifleten tek dostu hâline gelen Damian, hayata bakışıyla Ingrid ile çatışır bir yerde.
En büyük sürpriz ise bizi filmin sonunda bekliyor. Martha’nın yabancılaştığı fakat Ingrid’in ısrarla “yüzünü gördüm, basbayağı senin kızın” dediği biricik evladını Tilda Swinton’ın kendisi canlandırıyor. Tilda Swinton’ın iki karakteri canlandırdığı film sayısı şaşırtıcı bir şekilde fazla olsa da bu ağır meselelerle uğraşan filmde tam Martha’ya veda etmişken yeniden doğuşuna tanıklık etmek insanı hem güldürüyor hem rahatlatıyor.
Filmdeki renklerin öneminin biraz daha üzerinde durmak istiyorum. Çünkü film boyunca hasta Martha’yı genelde mavi, sarı ve turuncu renklerinde görürken korkularıyla yüzleşen Ingrid’i yeşil ve kırmızı renkleriyle görüyoruz. Hatta Ingrid’in kendi dolabına uygun giyinmediği tek sahne, Martha’yı kaybettiğini düşündüğü sahne diyerek not düşebiliriz. Bu sahnede Ingrid, siyah bir kapüşonlu bluz giymekteydi. Bavulunu hazırlarken belli ki en sevdiği kıyafetlerini almayı ihmal etmeyen Ingrid’in çıktıkları bu “tatil”de, önceki sahnelerde giydiği yeşil kazağı giymesi de filmlerde sık rastlanmayan gerçekçi bir kıyafet tekrarıydı.
Filmde renklere ve görsel dünyaya verilen bu önem, referanssız hissetmiyor. Ingrid ve Martha kalacakları eve girdikleri an onları Edward Hopper’ın “People in the Sun” (Güneşteki İnsanlar) tablosu karşılıyor. Amerika’daki Smithsonian Sanat Müzesi’nde sergilenen bu resim müzenin sitesinde şu şekilde tanımlanıyor: “People in the Sun, kendilerini ünlü bir manzaranın tadını çıkarmak zorunda hisseden fakat bu manzaranın çok da tadını çıkaramayan bir grup turisti gösteriyor.”
Bu turistlerin aksine film boyunca Martha’ya en çok keyif ve huzur veren şey, ormanın ortasındaki oldukça modern villasının bahçesinde şezlonga uzanarak kuşları dinlemek oluyor. Edward Hopper tablolarının renkli fakat keskin modernlikteki mekanları sanki filmde gördüğümüz mekanlara uzanıyor.
Filmin sonunda Ingrid’in suç işlemeye dair içsel çatışması dışsal bir çatışmaya dönüyor ve Ingrid, inançlarına adamış bir polisin ısrarcı sorgusuyla karşı karşıya kalıyor. Filmin bu son çatışmanın sonuçlanışını göstermemesi, işlenişin dağılmasını engelliyor ve odağımızı hayata veda etmekte olan bir kadın ve ona bu yolculuğunda her şeyiyle destek olan arkadaşında tutuyor.
Filmin başında bütün olumsuzlukları ve dünyanın zorluklarını düşünmeye başlayan beyin, filmin sonunda bütün zorluklara zamanla alışmış ve trajedilerin arasındaki komedileri de bulmakta ustalaşmış bir şekilde filmden ayrılıyor.
Beren Demirci